30 Eylül 2008 Salı

BAYRAMINIZ BAYRAM OLA




Gönüllerin,gönüllülerin abisi,dostu benim de tanımış olmaktan dostu olmaktan onur duyduğum gönül insanı İbrahim Ceylan'ın gönderdiği bayram tebriğini sizlerlede paylaşmak istedim.Allah(cc) onlardan razı olsun.

Neşeler gelsin hüzünler yerine...
Gülsün, buğulu gözler...
Sağlık,şifa gelsin hastalara...
Bereket gelsin sofralara...
Bolluk gelsin darlıklara...
Vuslat gelsin hasretlere...
Rahmet gelsin İnsanlığa...
Bayram gelsin tüm evlere.....
Rahmet kapılarını bir bir açıldığı,Rahman'ın af için bahane aradığı,gök ehlinin hasretle beklediği Bayramınız mübarek olsun...Herkese sağlıklı bir bayram diliyorum...Sevgiler...

29 Eylül 2008 Pazartesi

"Kur'ani Hayat"




İDSB islamofobia konferansında Özden Özçeken tarafından çekildi

Her işimizin başı, ortası ve sonu O’nun adıyla ve O’nun adınadır.
Hamdimiz ve senamız Allah’adır. O Allah ki, özünde merhametli, işinde merhametlidir. Sonsuz rahmetin kaynağıdır. Vahiyle insana tenezzül buyurmuş, akleden kalplerimizi onunla doyurmuştur.
Desteğimiz ve salâtımız, onun vahyini bize aldığı gibi taşıyan, o vahyi taşımakla kalmayıp model bir hayatı yaşayan, insanlık sadakası olan ve insanlığa ucunda ebedi mutluluk bulunan aydınlık bir yol bırakan, bir ömrün vahye nasıl adanacağının sembolü olan, hayatı canlı bir Kur’an olan Rasulullah’adır.
Kelamın en yüksek tecellisi vahiydir. Varlık, O konuşunca var oldu. Tarih, O konuşunca başladı. Beşere ruh, O’nun dilini anlasın diye üflendi. O ruh içinde irade, akıl ve nutk O’nun kelamı muhatabını bulsun diye verildi. Ve insan, O’nu anlasın diye var oldu.

www.kuranihayat.net

yurdumdan



Van'dan Edremite giderken çektim



Edremit, Van iline 18 km mesafededir. Allah’ın bütün güzellikleri bahşettiği bu yer, mavinin en güzelini taşıyan Van gölü'nün kıyı şeridi boyunca uzanır. Edremit'in yeşili, gölün mavisiyle kucaklaşır. İlçe, sahilden derinliğine meyve yüklü ağaçlarla kademe kademe yükselir. Ağaçlar arasından kıvrıla kıvrıla bir gelin endamı ile süzülerek geçen tarihi Menua (Şamram) kanalı, gururlu akışıyla türkülere konu olmuştur.
Edremit Van'a bakar,
İçinden Şamram akar.
Öyle bir yar sevmişem,
Her gelen ona bakar.

KUMRULARIM



Bizim kumrunun son balkon sefaları

27 Eylül 2008 Cumartesi

ŞİİR VE RESİM BULUŞMASI



Üsküdar'da çektiğim bir resim

BEYAZ EV

Gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev.
Her dağ yamacına kurduğum,
Beliren her su kenarında,
Pembe damlı, yeşil pancurlu, balkonlu,
Balkonuna tırmanan sarmaşık.
Gece, pencerelerinden sızacak ışık,
Kışın tütecek bacası.

Kapıyı ittiğinde çalacak bir çıngırak.
-Duyuyorum o sesi şimdiden, berrak-
Geçeceğim yol, çıkacağım üç basamak,
Ellerinden sıyırıp atacağım eldiven,
Her halin, gülüşün, kokun, bütün ruhunla sen!
Ah, bütün bir ömür bırakmayacağım el,
Okşayacağım saç, dinleyeceğim ses,
Bakmakla doymayacağım yüz...
Açık pancurlardan o gün dolacak gündüz,
O günkü hava,
Bir kapıyı açman, dolaşman sofada.
Şaşıracağım: Böyle gezinen kim?
-Evim! Evim!.. Ellerimle asacağım
Camlarına perdelerini.
Yatak odasında düsüneceğiz bir an
İki kişilik karyolanın yerini...
Yatak odamız, yemek odası, kiler
Raflarında ellerinle yapılmış reçeller.
Karşı karşıya oturacağımız sofra,
Sürahide ışıldayan su,
Yazın, rüzgâra koyacağımız testi;
Senin yatacağın öğle uykusu...
Sararacak bir yandan çardaktaki üzümler,
Kâh esecek rüzgâr, kâh dinleyeceğiz yağmuru,
Kâh karlarla bembeyaz kesilecek çimenler.
Hep geçireceğiz içimizden:
Hayat beraber, ölüm beraber...
Şu göklerin altında,
Olacağız o kadar bahtiyar
Ki çıkıp mezarlarından annemiz, babamız da,
Beyaz evimize yerleşecekler,
Uzun kış geceleri onlar da aramızda
Göz göze bakışacak, mangalı eşecekler..

Ziya Osman SABA

yurdumdan



Bodrum Gümüşlük'te seramik alınır


Su, ateş, toprak; bir "Sır"dır Seramik!!

DİYARBAKIR AİLE KONULU İSTİŞARE TOPLANTISI




Diyarbakır Cahit Sıtkı Tarancı Evi Müzesinde çektiğim bir fotoğraf


Diyarbakır mimarisine özellikle Akkoyunlu, Artuklu ve Osmanlı stili hakimdir. Diyarbakır'da köklü bir mimari gelişimin varlığını duyuran yapıların başında evler ve köşkler gelir. Diyarbakır evlerinin özelliklerini en özgün biçimde muhafaza eden ve güzel örneklerden birisi olan Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu evdir. Diyarbakır il merkezinde Camii Kebir Mahallesi, Cahit Sıtkı Tarancı sokak No:3 de bulunan ev, 1733 yılında inşa edilmiş ve daha sonra da Cahit Sıtkı Tarancı'nın ailesine intikal etmiştir. Diyarbakır sivil mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak günümüze ulaşmıştır. Haremlik ve selâmlık olarak inşa edilen evin selâmlık kısmı sonradan yıkılmıştır. İki katlı bir yapıdır ve kesme siyah bazalt taşından inşa edilmiştir.

Yapıya daracık bir sokaktan, tek kanatlı ahşap bir kapıyla giriş sağlanmaktadır. Ayrıca Haremlik kapısı da iki kanatlı olup şehrin kuzey istikametine bakmaktadır. Bina iklim şartlarına uygun olarak mevsimlere göre cephelere yerleştirilmiştir.Yazlık (Kuzeyde), Kışlık (Güneyde), ilkbahar (Doğuda), Sonbaharlık bölüm de (Batıda) bulunmaktadır. Beyaz renkli "ciz" veya "kehal" denilen süslemeler bu binada da en güzel şekilde kullanılmıştır.

Binada büyüklü küçüklü toplam 14 oda, mutfak, kiler ve tuvalet bulunmaktadır. Binanın en önemli yeri iki katlı olan yazlık kısmıdır. Bu bölümün ikinci katındaki büyük odaya baş oda denir. Cahit Sıtkı Tarancı 2 Ekim 1910 yılında bu odada dünyaya gelmiştir. Cahit Sıtkı Tarancı'nın çocukluk ve gençlik yıllarının bir bölümünün geçtiği bu tarihi ev 1973 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınarak onarıldıktan sonra, 29 Ekim 1973 yılında Cahit Sıtkı'nın anısını yaşatmak ve ismini ebedileştirmek amacı ile müze olarak hizmete açılmıştır.

34 yıldan beri müze olarak hizmet veren 266 yıllık tarihi bir mekan olan evde, 19.yüzyıl Diyarbakır yaşantısını canlandıracak etnografik malzemeler ile Cahit Sıtkı Tarancı'nın özel eşyaları, el yazısı ile yazılmış mektupları ve kitaplarının yanı sıra aile fotoğrafları ve belgelerde sergilenmektedir.

26 Eylül 2008 Cuma

Kadir Gecesi

LEYLE-İ KADR


Sayup nicelerdir bekledim seni
Ayup tek gecelerde yokladım seni
Daim yek hecelerde kokladım seni
“İnna enzelnâhü fî leyletil kadr”

Mecnun hep Leyla’da aradı derler
Bülbül gülde, harda aradı derler
Yunus bilmem kande aradı seni
“Vema edrake mâ leyletül kadr”

Aşere-i mübeşşerat imişsin
Hem kadr-i mukadderât imişsin
Bin şehre mübeddelât imişsin
“Leyletü’l-kadri hayrun min elfi şehr”

Böyle emrolundu levh-i mahfuzda
Cibrille Mikail gezinir arzda
İdrak edene Kadri görünür özde
“Tenezzelül melaiketü ver’r-ruhu fî hâ"

Rızık melek kanadında devrane durur
Felekler kazaya pervane durur
Ecel de ömür de Dîvan’a durur
“Bi izni Rabbihim min külli emr”

Gecenin Kadirine selamlar olsun
Yücenin kadrine selamlar olsun
Bedrine, Şemsine selamlar olsun
“Selamün hiye hatta matlaül fecr”

Dr. Selma Ümit KARIŞMAN

Kadir Gecesi

İşte şimdi nefsi sobelemenin tam zamanı!

Sobeleyelim kendimizi hadi..

Son 7 gündeyiz ya Kadir Gecesi umutlarında..

Kadir'i, kadrini bilen idrak edecek ancak..

Melekler saf saf, yağmur gibi indiğinde gökten, seni O'nunla bulsunlar..

Sobele kendini!

Şöyle bir dur ve bak aklından yüreğinden neler geçiyor..

Dilinde ne var?

Allah ile değilse aklın, dilin, yüreğin..

Sobeleyiver seni..

Değiştir!





-Efendim bu yazıyı Risale Tv Kanalında Amr Khalid'ten dinlediklerim üzerine kendi uslûbumca kaleme aldım..Bilgiler O'ndandır-



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



Rabbimiz, insanları, mekanları, ayları, gün ve geceleri seçer-seçiyor biliyor musun?



İnsanlardan 5 peygamberi; Hazreti: Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Efendimiz Muhammed aleyhisselam'ı seçmiş..Ve Hazreti Meryem'i -ayetin ifadesiyle-

Mekanlardan Arafat'ı, günlerden Zilhicce'nin 10 gününü, aylardan Ramazan'ı, gecelerden Kadir Gecesini seçmiş!



Bin aydan daha hayırlı bir gece..

Tam 83 yıl, düşünsene bir ömür armağan edilebilir o gece sana!



Dualara cevap verme gecesi..Ateşten kurtulma gecesi..Mağfiret gecesi..

Ne istiyorsan dua et, yakala o geceyi, çalış!

Öyle rahmet iner ki bu gece, tüm sene sana kafi gelir..

Öyle bir gece ki sana cennetleri kazandırır..



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



Kadir Suresi gecenin tüm özelliklerini belirtmiş:



1-Kur'an bu gece indi. İlk özellik. Kur'an'da ne varsa, neden bahsediyor, neye çağırıyorsa Kur'an, işte tüm herşey bu gecenin içinde var.. Gece adeta emmiş hepsini, kendinde toplamış..Nur, hidayet, şifa, rahmet, selam, ateşten kurtulma, dualara cevap verme, mağfiret..



2- Bin aydan daha hayırlı bir gece olması



3- Meleklerin inmesi ve Cibril'in..Cebrail aleyhisselam vahiy kesildikden sonra artık inmiyor yeryüzüne, sadece her yıl Kadir Gecesi'nde..



4- Selam gecesi olması: Yer halkına Rab'den af müjdesi var çünkü. Ama kime? İbadet edenlere, gaflette olmayanlara, kadrini bilenlere-bileceklere.



5-Fecr çıkıncaya kadar gecedeki tüm armağanların sürmesi..Efendim bazı insanlar zannediyorlar ki, bir an var hemen kaybolacak.."Işık ya da parlaklık görünce hemen dua et" vb. ;) Öyle değil tabii ki, yatsı namazından sabah fecre kadar açık ucu gecenin..



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



Vakitler daraldı..O'nun kapısında iştiyakla titreşen yürekler beklemede..

Belki dündü..Belki bu gece..Belki de son gün. Bu şekilde gizlenmesi de rahmet belki.



Ubâde b. Sâmit radıyallahu anh bakın ne anlatıyor:



"Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem, Kadir Gecesi'ni haber vermek üzere Hâne-i Saâdetinden çıktı. Derken Müslümanlardan iki kişi kavga ettiler. Buyurdular ki: Ben, size Kadir Gecesi'ni haber vermek üzere çıkmıştım. Filân ile filân kavga ettiler de ona dâir olan bilgi kaldırıldı.."



Dikkat et! Sakın senin de kavga ettiklerin, Kadir'le aranda perde olmasın!



Kadir'i, kadrini bilen idrak edecek ancak..



Bil ki şu üç grup Kadir'i asla idrak edemeyecekler:



Gaflette olanlar

Günah işlemeye devam edenler-zulmedenler

Birbirleriyle kavgalı olanlar!



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



Rabbimiz seçiyor, seçecek.. Kadir'e talip olanları. Sanki Rabbani bir yarış bu..Bu yarışın galipleri "özelliği" olanlar!



Yüreklerinde zerre kadar "O'nun içinlik" ameli olanlar!



Yoksa o yağmur taneleri gibi yeryüzüne inen melekler, senin evini- senin yüreğini "es" geçecekler! Rahmeti celbetmek melekleri çağırmak lazım!



Hadi sen de kendini Rabbine arzet, aday ol!



Beni de seç Rabbim!

Bak ben de burdayım!

Bak ben de Senin içinim!



Vallahi Sana adadığım yorgunluklarım, sadakalarım, secdelerim var..



Sana adadığım "İlla Sen!" deyip dünyadan vazgeçtiğim bir yüreğim var!



Seç beni de ne olur!



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



Ve düşünsek aslında Sen çok kez seçildin! Nasıl mı?



Bak seni Rabbin insan olarak yarattı! Bu bir seçiş değil mi?

Ve 2. bir daireye soktu seni iman ve islam dairesine, ikinci kez seçildin! Sonra bak seni seçti ramazana eriştirdi!

Ve bak nasib etti ramazanın son günlerine eriştirdi.



Erişemeyenler de var..



Medine'de, Mescid-i Harem'de bir akşam namazı..O gün de ramazanın ilan edilmesi bekleniyor hesaba göre..Ve namazı bitirince İmam herkesi cenaze namazına davet ediyor! Yani bakın o ölen kişiler ramazana erişemediler maalesef..Ramazan girmeden 2 saat önce vefat ettiler..



Söyle şimdi seçilmiş misin seçilmemiş mi?



Bak kaç kez seçti seni Rabbin!

Acaba seni bu 7 gün içinde de seçecek mi?

Kadir gecesini idrak edebilecek misin?



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!


Neden "Qadir Gecesi" diye isimlendirildi ?

Çok çok kıymetli olduğundan.. "ne kadar tahayyül etsen yine de bilemezsin değerini". .Qadr kelimesi 3 kez geçer bu yüzden surede.



Qadir olarak isimlendirilmesinin 2. bir sebebi de kaderden gelmesi. Bu gece tüm kulların senelik rızkları, mutlulukları, hidayetleri hükme bağlanır..



Öyle bir gece ki bu gece kaderler yazılır!



Sen kaderinin nasıl yazılmasını istersin?



Sen rızkının çok yazılmasını istiyorsun, hep güzelliklerin senin olmasını istiyorsun ama gaflette geçirerek mi? Uyuyarak, ya da nette boş şeylerle meşgul olarak, oyun oynayarak ya da çarşılarda gezerek vb. mi?



Çalış! Gayret et! Belki de gelecek yıl bu son 10 güne yetişemeyeceksin belki son fırsat bu!



Herşeyi bir kenara bırak!



De ki: Ben bu gece cenneti hak edeceğim!

Ben bu gece kurtulmuşlardan olacağım!

Bu geceden sonra başka bir insan olacağım!



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



Yakalarsan Kadir'i bak neler olacak:



1-Bin aydan hayırlı olması: Hazineler kazanacak, bir ömrü bin yapacaksın!

2- Geçmişin silinecek tamamen:Yeni doğdun sanki!

3- Duaların kabul olması:Melekler amin diyecek dualarına!Bu gecede çok dua etmek lazım..Büyüklerimiz hep öyle yapmışlar.

4- Ateşten kurtuluş.



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



İtikaf yapardı Efendimiz aleyhisselam, ve son 10 günde tüm geceyi ihya ederdi, ev halkını uyandırırdı ve paçaları sıvardı aynı toprakta çalışacak bir çiftçi gibi. Son 10 günde hayırlı işleri sadakaları arttırırdı. Sılay-ı rahim yapardı.. O'nu sevmek, O'na benzemekle olur!



İnsanlara Gök armağanıdır bu gece!



Elden geldiğince dua etmek, dargınlıkları bitirmek gönül almak, sadakayı -iyi amelleri arttırmak, hatim yapmak, gece namazı kılmak, bol bol hiç usanmadan gözyaşlarıyla, yürekten dua etmek, duanın çapını genişletmek



"Kim inanarak, sevabını ancak Allah'tan bekleyerek Kadir Gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir." Buhari



Qadir'in kadrini bilenlerden olmak duasıyla, hayırlar getirsin cümlemize muhabbetle efendim..


Ayşe Reşad

24 Eylül 2008 Çarşamba

Dost Kalemler




Eylül.. Eylül.. Eylül;

Soğudu hava. Yağmur da düştü. Serçeler kuru bir yazdan sonra sokak ortalarındaki su birikintilerinden nasipleniyor artık. Serçelerin banyoları vardır bilen bilir hani. Ürkek bir oyuncu kimliğindedirler ve bir arabanın gürültüsüne kadar vakitleri vardır serçelerin. Ev kadınlarının evlerinden henüz çıkmadıkları dakikaları kollarlar serçeler. Okulların ve işyerlerinin müdavimlerince terk edildiklerinde ara sokaklar, serçeler üşüşürler asfaltlarda açılmış deliklerin başına.

Ne evim diye bir kelime düşleyebilir durumdayım şimdi ne de ‘Sen’ diye bir şey… Oysaki seni görmeyeli beri seni dileniyorum bütün bu sokaklarda. Seni dilenirken kurduğum cümleler serçelerin yıkanış zamanlarına denk düşüyor hep. Ne bir serçe ürküyor senden sebep, ne bir gürültü kopuyor yeryüzünde. Fakat dünyanın bütün ürpertileri ve fırtınaları bendedir; ne görünür ne de duyulur…

Sondan bir önceki sayfada yazanlar sadece bu kadardı. Bütün köşeleri iyiden iyiye kıvrılmış tek ortalı çizgisiz defterin kurşun kalemle kalınlaştırılmış sayfaları ne kadar da benziyordu yüzüne ve ellerine. Yüzünde ne yazıyorsa defterde de o vardı. Ellerindekine ilave şerhlerden ibaretti sanki sayfalarda yazanlar.

Üzerinden çıkanlar, bir imsakiye, mendil olduğu üzerindeki lekelerden anlaşılan kirli bir bez parçası, bir tespih, birkaç demir para ve iyiden iyiye küçülmüş bir kurşun kalem. Tüm bunların arasında en dikkat çekici olanı kurşun kalemdi şüphesiz. Her şeyin darmadağın ve yıpranmışlığının yanında kurşun kalemin ucunun bu derece özenli olması şaşkınlık verecek kadar önemliydi.

Bir kalem ve bir defter…

Üzerinde dolaşan parmakların beyazlığı ve inceliği sayfaların kurşuni ağırlığı karşısında biraz tuhaf kaçsa da defterin okuru sayfalar arasında soluk soluğa ilerliyordu. Bu defterin okuru olabilmenin de kolay bir durum olmadığı gün gibi aşikârdı. Her sayfa bir kurşun kadar ağır düşüyordu insanın zihnine. Büyük bir yırtılmayla kurulan her cümleyle aşk, tarifsiz bir acının üzerinde yükselip duruyordu. Belli ki; büyüdükçe büyüyen kendisini anlatmaya çalışan kelimelerin anlam haritalarının sınırlarını çoktan aşan bir haldi bu hal.

Hastanenin yoğun bakım ünitesinin bugüne kadar ki en ilginç konuğuydu bu beyefendi. Bir kaldırımda bulunup getirilmişti. Kimsiz, kimsesiz bir garipti işte. Üzerindeki giysilere bakılırsa, bunca zamandır kasketi yastıklık etmiş, paltosu yorganlık. Görünen o ki, başka da bir yoldaşı yok gibiydi hayatında. İçerisinde neler olduğu paltosunun derin iç boşluğundan çıkan bu defterde kayıtlıydı. Belli ki; görünenler çoğu zaman olduğu gibi yine görünmeyenlerin üzerinde bir perde olmuştu. Dünya garip bir şey işte; nereden nereye ulaşılacağı pek belli olmuyor.

Hastaneye ilk getirildiğinde saçı sakalına karışmış vaziyetteydi. Buna rağmen eli, yüzü ve ayakları temizdi. Hijyenik sebeplerden ötürü, daha geldiği gün hoyrat bir hasta bakıcı elinde yitip gitmişti saçı ve sakalı. Böylece, iri sayılabilecek dudakları, avurdunun çökmüşlüğüyle iyice belirginleşmişti. Gözleri çukurlarının içerisine gömülmüş ve her şeyden razıymışcasına kapalı duruyorlardı. Tırnakları uzamış, sağ el yüzük parmağında evvelden bir yüzüğün varlığını anımsatır derin bir iz vardı.

Bugün Eylül ayının yirmi ikinci günüydü. Tam sekizinci günündeydi yoğun bakımın. Sekiz gündür bu buz gibi odada duyulan tek ses, hemşirelerin ve doktorların sabo terliklerinin gıcırtılarından başka bir şey değildi. Yoğun ilaç kokusu ve sessizlik içerisinde olan bitenden habersiz derin bir uyku…

Defterin varlığının tek tanığı hemşire bütün nöbetlerini ardı ardına tutmak için diğer hemşirelerle anlaşmıştı bir şekilde. Bu kim olduğu bilinmeyen gizemli adamın hastane süresince de olsa hizmetini görmüş olmayı işinin zekâtından sayıyordu. Hareketsiz bedenin dünyaya dair tüm belirtilerinin kayıtlarını itinayla kaydediyor, ilaç zamanlarına bugüne kadar hiçbir hastaya nasip olmamış özeni gösteriyordu.

Bir sayfa daha çevirdi defterden;

Adımı bile unutmaya yüz tuttuğum şu günlerde şunu iyi biliyorum; Eylül’e az kaldı…

Göğsüne doğru süzülen on üç martının en küçüğünün kanadından yakalayıp sana uzanmayı isterdim şu anda.

Apartmanlar nasıl üzerime geliyor bir bilsen. Bilmek isteyip istemeyeceğini bile bilmiyorum. Apartmanlardan nefret ediyorum. Bu devasa ve ruhsuz yapılardan birinin de senin barınağın olduğunu biliyorum ya bu da bana zor geliyor.

İşinden, arkadaşlarından, elektronik postalarından, yaşadığın binanın göğü umursamayışından nefret ediyorum.

Beni anlamayacağını bilsem de, kapına dayanıp haydi bu şehri terk ediyoruz diyebilmeyi isterdim bir de…

Çok bunaldım, içim daralıyor…

Ama olsun Eylül’e az kaldı…


***

“Hala Eylül’de miyiz?”

Sesin geldiği yana yüzünü döndüğünde hasta adamın gözleriyle karşılaştı hemşire. Gözlerinin renkliliği kan çanağının içerisinde hareketsiz ve solgun duruyor olsa da belli oluyordu.

Evet de…

dedi ve söyleyeceklerinin devamını getirip getirmeme konusunda bir tereddüt yaşadı. Sonra adamın, evet cevabını alır almaz girdiği sükûnet halinden de güç alarak;

Evet de, nedir bu Eylül’le alıp veremediğiniz? Bir Eylüldür almış yürümüşsünüz…

diyebildi.

Uzunca bir sessizlik oldu odada. Yerlerdeki karolar kadar taş kesildi sanki her ikisi de. Söylediğine dair bir pişmanlık aldı yürüdü oda boyunca. Yüzü kızardı. Ne söylemesi gerektiğini bu kadar uzun düşündüğü bir anı daha hatırlamıyordu. İyisi mi susmalıydı. Sustu.. sustu.. sustu…

Eylül benim son baharımdır.

diye bir ses belli belirsiz duyuldu sadece.

Bütün bu tanığı olduğu şeylerin üstüne;

Benim için şimdi söyleyeceklerimi kaydeder misin?

Sualine ne cevap verilebilirdi ki?

Söz de başladı kayıt da;

sağır sokak, ıhlamur ağacı
umarsız bina, pencere göz
tepede duvar, duvarda Mostar
kendi gülüşünden kaçan bakışlar
arife, sıcak
müzik ki hatırlanmaz
manzara upuzun ve dağınık
kurulamayan yaşamak başlanmamış hayal



Olsun nasılsa Eylül yine gelecek!

Yusuf Armağan

23 Eylül 2008 Salı

ŞİİR VE RESİM BULUŞMASI



Gün Batımı

Bir gün daha geçmekte
Ve hatta bitmekte,
Güneşin battığı yerdeyim
Bulutlar kızıla bürünmüş
Güneş ufukta
Saklanmaya çalışmakta
Gün batımındayım
Demlemişim sevdamı
Yudum yudum içiyorum
Hafif bir rüzgar esiyor
Meltem mi? Poyraz mı? Bilemem,
Ama okşamakta tenimi,
Radyoda dinledim bu rüzgar sana da ulaşacakmış.
Toplama saçlarını
Bırak dağınık kalsın
İçimdeki ülkenin bayrağı dalgalansın
Şimdi senin bilmediğin bir yerden
İstanbul’un yedi tepesinin birinden
Seyrederken gün batımını
Köpük köpük dalgalar vururken kıyıya
Güneşim gitti gidiyor
Karanlıklardayım,
Üşüyorum
Neredesin?

Volkan Kısacık

MANEVİ DÜNYAMIZ




Peygamber Efendimiz’in mübarek torunları Hz. Hasan ile Hüseyin, câmi avlusunda durmuş; şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı. Hz. Hasan bir ara kardeşi Hz. Hüseyin’e:

[Peygamber Efendimiz’in mübarek torunları Hz. Hasan ile Hüseyin, câmi avlusunda durmuş; şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı. Hz. Hasan bir ara kardeşi Hz. Hüseyin’e:

- Bak dedi, dirseklerini iyice yıkamadı. - Evet görüyorum, bazı yerler kuru kalıyor.

- Bunu ona söylemeliyiz, abdest sırasında yıkanması farz olan yerlerde iğne ucu kadar kuru bir yer kalsa abdest olmaz, abdest olmayınca tabiî namaz da olmaz. - Ama nasıl söyleyeceğiz? İşte bak, ayaklarında da aynı ihmali yaptı. Parmak aralarını ovuşturmadı, suyu topuklarına değdirmedi bile. Haydi gidip kendisine söyleyelim. Hz. Hüseyin: - Bir dakika diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan yanlışını anlatmanın bir yolunu bulmalıyız. Birden aklına geldi:

- Tamam dedi sevinçle; buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle, - Efendim, dedi, sizden bir ricamız var. - Söyleyin bakalım çocuklar. - Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlarımızı söyleseniz. Adam memnun memnun güldü:

- Tabiî, dedi. Başlayın bakalım. İki kardeş abdest almaya başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor ama bulamıyordu. Kendi abdestini düşündü. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin gibi dikkat göstermediğini anladı. Abdestleri bitince saçlarını okşadı:

- Yanlış sizde değil çocuklar bende dedi. Kusurlu benim. Yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe düzelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık ben de sizler gibi abdest alacağım. İşte başlıyorum. Yeniden suyun başına çöktü ve bir güzel abdest aldı. Demek ki, bir şeyin doğrusunu bilmek yeterli değildir. O doğruyu başkalarını kırmadan, darıltmadan anlatabilmek de lâzımdır. Peygamber Efendimiz’in torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin gibi...

yurdumdan



Gerede sokaklarında

21 Eylül 2008 Pazar

ÜMREDEN



Medine'de çektiğim bir resim


Bir seni günesim, bir babami, bir de terliklerimi
birakmistim geldigim yerde

Bir ilkbahar gununde guller gibi kokan Medine'de dunyaya gozlerimi acmistim Dogdugum hastane senin Ravzanin hemen yani basinda oldugu icin,duydugum ilk koku senin bahcenin gul kokulari olmus

Babam gelip de daha kulagima ezan okumadan,
kulaklarim senin mescidinin ezan sesleriyle sereflenmis 40 gunluk oldugumda ilk
ziyaretimide senin Hane-i Saadetine yapmisim Ilk adimlarimi senin Ravzandaki mermerlerinde atmis ve Rabbimle ilk bulusmami, ilk secdemi senin mescidinde yapmisim Hemen hemen yaptigim her ilkte sen varsin Daha konusmasiniogrenmeden seni sevmeyi ogrendim ben

Belki seni cok tanimazdim ama, sanki bana cok cok yakinmissin gibi severdim seni Senin evini her ziyarete gelisimizde seni gormesek bile senin varligini hisseder, evinden her ayrilisimizda
huzunlenirdikCocuklar evde sikilinca babalari parka, eglence yerlerine gotursun isterler Biz Medine'de yasadigimiz surece hic
babamizdan parka goturmesini istemedik Bizim canimiz sikilmaz miydi acaba hic? Sanirim Medine'deki hicbir cocugun cani sikilmazdi Cunku orada hicbir yerde olmayan gul
bahcesi ve bahcenin biricik efendisi vardi Bizim vaktimizin cogu o bahcede gecerdi Senin bahcenin mermerlerine ayakkabi ile basamazdik
Yalinayak dolasirdik mermerlerin ustunde Kim bilir, korkardik belki de
bahcenin gullerine basivermekten Yazin mermerler ayaklarimi yakardi
Olsun bu da bizim hosumuza giderdi Babama sormustum bir seferinde

- babacigim neden Medine bu kadar sicak diye

Babam da
- evladim Medine'de iki tane günes var da ondan,
derdi

- Nasil olur babacigim, gunes bir tane degil mi? derdim

Babam gulerek

- bak yavrum dogru, butun dunyayi isitan bir gunes var ama bir de alemleri isitan ve aydinlatan gunes var O gunes de Medine'de olunca sicaklik iki kat oluyor

Babamin bu cevabi hosuma giderdi ve isinirdim

Gercekten de ayaklarimizi mermerler isitiyordu ama senin gunesin de, sicakligin da icimizi isitiyordu Medine'den ayrildigimizdan beri
belki ayaklarimiz isiniyor ama icimiz bir turlu isinamiyor Cunku gunesimizin en buyugunu orada birakmistik Ben gunesimi kaybetmistim Onun evine, bahcesine gidemiyordum artik Geri isigi ta buralarda bizi aydinlatiyordu ama
icimi isitmasi icin onun Ravzasinda yalinayak kosmam lazimdi

Evet, bahcende yururken ezanlar okunurdu Oyle guzel okur ki Medine muezzini ezani, sanki Bilali Habesi okuyor sanirsiniz Namaz kilmak icin Mescide kostururduk, bilir bilmez Babamin yaninda namaz kilardik Buyuk sutunlarin altindan gelen soguk havadan saclarimizi savurturduk Zemzem bardaklarindan guller yapardik Namaz kilarken yanimiza usulca bir kedi sokulurdu Babam 'incitmeyin sakin, onlar Ebu Hureyrenin kedileri' derdi, biz de inanirdik senin Mescidine kediler de girebilirdi Sen cok iyi bir ev sahibiydin cunku

Carsamba gunleri hep Uhud'a giderdik Senin cok sevdigin amcani ziyaret etmeye, o bizim de amcamizdi Kardeslerimle Ayneyn tepesine ikar oradan Uhud'da yatan 70 sehide selam verirdik

Uhud dagina her baktigimizda sanki orada seni gorur gibi olurduk Uhud'da senin Ravzanin kokusu gibi gul kokardi Orasi da ayri bir gul bahcesi idi sanki

Iste benim yedi senem ki en degerli en guzel yillarim senin koyunde, senin gul bahcende, senin savastigin yerlerde sanki yanimda sen varmissin gibi seninle dopdolu gecti Seni gormesem de seninle yasamaya o kadar alismistim ki senin yanindan ayrilirken sanki bir yanim, bir canim, bir param orada kalmisti

Buralari bana gurbet oluverdi

Elimde olsa hemen yanina kosar gelirim ama hep
buyuyunce gidersin diyorlar Ben sirf senin yanina gelebilmek icin buyumek istiyorum Senin yanina geldigim zaman buyumus bile olsam bahcendeki mermerlerde yalinayak dolasacagim Ta ki gunesin icimi isitana kadar Senin hasretinden icim usuyor Belki hasretin herkesi yakar, beni de isitiyor iste Cunku benim ruhum dogdugumdan beri senin sevginle isinmaya aliskin

Senin sicakligina o kadar muhtacim ki Ne olur ben sana gelemesem bile sen beni hic birakma Isiginla gecelerimize nur ol

Sicakliginla butun zerrelerimizi isitiver Hani sana Medineyken komsuyduk ya, evlerimiz birbirine cok yakindi Senin varligin bize guven verirdi hep Yine oyle ol, ara sira da olsa evimizi sereflendiriver Hem benim adim Nebi, aynen seninki gibi Bu ismi bana seni cok seven bir dostun koymus Diger adim da Muhammed, yine senin gibi Bu ismi de canim babacigim koymus Buraya gelirken senin köyünde biraktigimiz babacigim

Sana benzeyen bir yanim daha var Ben de senin gibi babasiz buyuyorum Ben cok sansliyim,sen bize asla yetimligimizi hissettirmedin

Medine'den ayrildigimizdan beri sanki sen hep yani basimizdaymissin gibi hissediyorum

Geceleri korkmadan guvenle uyuyorum hep Seni tanidigim ve seni sevdigim icin Rabbime binlerce kez tesekkur ederimBabam senin koyunde kalmisti Biz babamin cenazesini
gomerken agabeyimin terlikleri babamin kabrine dustu ve orada kaldi Ben o terlikleri cok kiskandim Cunku abimin terlikleri hep babamla
kalacakti Babami son ziyaret edisimizde bende kimse gormeden terligimi babamin kabri ustune gomuverdim Iste simdi benim terligim de hep babamla kalacakti

Evet demistim ya bir gunesimi, bir babami, bir de
terliklerimi birakmistim geride Babam ve terliklerim hep oradaydi,gelemezlerdi Ama gunesim hep yanimizdaydi Yetimlerin efendisi, yetimlerini hic isiksiz birakir mi? Dunyanin bir ucuna gitmis olsaydik bizi birakmayacagini biliyordum

Gozumuz gonlumuz seninle aydinlanir efendim
Ruhumuz, icimiz sicakliginla isinir

Bir gun sana gelisim gec bile olsa bana,
Gul bahcesinin mermerlerinde yalin ayak kosmak

Ta ki askinla, sevginle butun bedenim yanip
kavrulsun Terliklerimi biraktigim o guzel mabed son duragim olsun

Nebi Doganay

Alıntı



Rüzgârlığı anlat bana...



Böyle bir şarkı var.. Leman Sam söylüyordu. Sonra İlhan Şeşen de ismini bilmediğim bir Yunanlı şarkıcıyla birlikte söyledi...
Kimin bestesidir bilmiyorum. İlk dinleyişinizde sevdiğiniz ve ikincisinde sözlerini farkında olmadan söyleyebildiğiniz şarkılar vardır... Benim için bu, o tür şarkılardan biri...
İlhan Şeşen'e haksızlık yapmak istemem ama sanırım önce Leman Sam'dan dinlediğim için daha çok kadın sesine yakıştırdığım bir şarkı bu...
"Pencerenin perdesini havalandıran rüzgâr / Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr / Gir içeri usul usul beni bu dertten kurtar / Yabancısın buralara / Nerelerden geliyorsun / Otur dinlen baş ucumda / Belli ki çok yorulmuşsun / Bana esmeyi anlat / Esip, geçmeyi anlat.."
Hatırımda sözleri böyle kalmış.. Belki bir iki yerini atlamış olabilirim, ama önemi yok...

Zikzaklar şarttır
Böyle insanlar tanıdım hayatta.. Varlıklarıyla bir rüzgâr gibi esen, arkalarından bakakaldığım insanlar...
Fütursuz bir kendine güvenleri vardır ki insanlarda en çok sevdiğim özelliklerden birisi budur...
Manasız bir kibirle karıştırmayın bunu... Kibirli değillerdir. Sadece kendilerine o kadar güvenirler ki eser, geçerler. Onları yakalamak için rüzgârla nasıl dans edilmesi gerektiğini bilmek gerekir.
Öyle bodoslama üzerine gidemezsiniz.. Biraz yelken ipi tutmuş olanlar bilirler...
Ama bir kez yakalamayı başardığınızda da içindeki enerjinin size doğru akıp geldiğini hissedersiniz..
Euclid, iki nokta arasındaki en kısa mesafenin düz bir çizgi olduğunu söyler...
Hayır, rüzgârla hareket ediyorsanız iki nokta arasındaki en kısa mesafe dümdüz bir çizgi değildir.. "Tiramola atmanız", zikzaklar çizmeniz gerekir...
"Rüzgâr insanlarla" ilişki kurmak için de bu gerekir çoğu kez.. Nereye gideceğinizi önceden bilmeniz, karayı bir sağınıza, bir solunuza almanız gerekir.. Ama sonunda gideceğiniz yere varırsınız...

Mehmet Y. Yılmaz

ŞİİR VE RESİM BULUŞMASI




MİNİK SERÇE

Ümitlerime geliverdi ilkbahar
Gözlerimde bahar sevinci var
Bir başka mutluluk müjdeliyor sanki çiçekler
Yeni açan tohum yeşeren toprak ve ağaçlar
Bak işte bir minik serçe
Benim gibi neşe içinde
Anlaştık biz hiç konuşmadan
Minik serçeyle göz göze geliverince
Bak seni sarı verdi mutluluk
Zaman durdu bak işte sonsuzluk
Bir başka dünyanın açıldı sanki kapıları
Sevgi seli akıyor şimdi oluk oluk
Bak işte bir minik serçe
Senin gibi neşe içinde
Anlaştınız bak hiç konuşmadan
Minik serçeyle göz göze geliverince

Sezen Aksu

19 Eylül 2008 Cuma

yurdumdan



Gerede Belediyesi Kültür Merkezi sohbet odası

eski radyolar dedemizden,ninemizden yadigar

18 Eylül 2008 Perşembe

Sevgi katılmış lezzetler




Tazesini yazın, kurutulmuşunu yılın her zamanında severek yediğimiz incir adlı meyveyi veren incir ağacı, Dutgiller'dendir. Kısmen yaprak döken, kısmen hepyeşil ağaç, ağaççık ya da çalı formunda 750 kadar türü olan incirin anayurdu Önasya ile Akdeniz havzasıdır. Yurdumuzda özellikle Ege bölgesi ile diğer ılık yörelerde incir ağacı yetiştirilmektedir. 8-10 m'ye kadar boylanabilen incir ağacının odunu yumuşaktır.

Koyu yeşil renkli, derin girintili beş loplu, bir tür süt salgılayan yaprakları; yazın açan, genelde tek eşeyli yeşil renkli çiçekleri vardır. Yaz başlarından ekim sonlarına kadar değişen zamanlarda olgunlaşan etli ve küçük çekirdekli lezzetli meyvelerini geliştirmesi için tek eşeyli ağaçlarda, baba incir denilen erkek çiçek açan ağaçlarda yaşayan zarkanatlı ilek adlı bir böceğin, dişi çiçekli ağaçların üzerine bırakılması gerekir.

Bazı incir ağaçları iki eşeyli çiçek açar ve bu işleme gerek duyulmaz. İncir ağaçlarından iki çeşit meyve elde edilir. Bunlardan ilki, soluk sarı renkli sultan ya da lop inciridir. Bu incirler taze olarak yenildiği gibi kurutulmaya da elverişlidir. İkinci çeşit morumsu renkli incirlere, siyah incir ya da patlıcan inciri denilir. Bunlar taze olarak tüketilir. Taze ya da kurutulmuşunu, yenilmesinin yanı sıra incir, reçeli, pekmezi, ezmesi ve tatlıları yapılarak da tüketilir.

BESİN DEĞERLERİ

100 gr. taze incirin içerdiği besin değerleri şöyledir: 80 kalori: 1,2 gr. protein; 20,3 gr. karbonhidrat: 0 kolesterol; 0,3 gr. yağ; 1,2 gr. lif; 22 mgr. fosfor; 25 mgr. kalsiyum; 0,6 gr. demir; 2 mgr. sodyum; 194 mgr. potasyum: 20 mgr. magnezyum; 80 IU A vitamini; 0,06 mgr. B1 vitamini; 0,05 mgr. B2 vitamini; 0,4 mgr. B3 vitamini; 0,113 mgr. B6 vitamini; 6.7 mcgr. folik asit ve 2 mgr. C vitamini.

İncirin kurutulmuşunun yani kuru incirin besin değeri daha da artar. Bunları şöylece sıralayabiliriz; 217 kalori: 4 gr. protein; 55.3 gr. karbonhidrat: 0 kolesterol; 1,2 gr. yağ; 6.7 gr. lif: 163 mgr. fosfor: 138 mgr. kalsiyum: 4,2 mgr. demir: 640 mgr. potasyum: 91,5 mgr. magnezyum; 0,073 mgr. B1 vitamini ve 0,072 mgr. B2 vitamini.

SAĞLIĞIMIZA YARARLARI

o Taze ve özellikle kuru incirin yenilmesiyle insan bedeninin hücreleri yenilenir. İncir, içerdiği yüksek oranlardaki protein, vitamin ve minerallerle hücrelerin yenilenmesini sağlayan bir besindir. Sözgelişi, 100 gr. kuru incir yenilirse bedenin günlük gereksinimlerinden kalsiyumun %17'si, demir ve magnezyumun %30'u, fosforun %20'si, B1 vitamininin %5'i ve B2 vitamininin %4'ü alınmış olur.

o İncir, içerdiği yüksek orandaki liflerle bedene giren kolesterolün kana karışmadan atılmasını sağlar.

o Sindirimi kolaylaştıran incirin, bedeni bakterilere karşı koruyan etkileri de vardır.

o İncir içerdiği yüksek orandaki kalsiyum ve fosforla kemik ve dişlerin oluşumu ile sağlıklarını garantiler: incirin içerdiği kalsiyum, diğer besinlerdekine göre daha kolay sindirilir. Süt içemeyen kişilerin incir yemeleri öğütlenir.

o İncir, içerdiği 'benzaldehit' adlı maddeyle kanserli hücrelerin büyümesini önler, kansere karşı etkili olur.

o Kuru incirden hazırlanan infüzyon, özellikle çocuklarda korkusuzca kullanılabilen etkili bir müshildir: Bunun için iki -üç kuru incir doğranır. Üzerine kaynar su dökülerek 10-15 dakika demlendirilip bir infüzyon hazırlanır. Bu infüzyondan günde 2-3 bardak içilir.

o Körpe incir yapraklarının sütü siğile karşı etkilidir: Bu etkiyi sağlamak için körpe incir yaprağından sızan süt siğile sürülür.

o Körpe incir yapraklarının ezilmesiyle hazırlanan yara lapası, çıbanların olgunlaştırılması ve baş verip delinmesinde etkili olur.

o Kurutulmuş incir yapraklarıyla hazırlanan dekoksiyon, hemoroit (basur) ve çıbanlara karşı etkilidir: Körpe incir yaprakları, havadar ve güneş görmeyen bir yerde kurutulur. Bu yapraklar parçalanır. 2-3 tatlı kaşığı kurumuş yaprak bir bardak suda 30 dakika kadar kaynatılır. Böylece hazırlanan dekoksiyonla ıslatılan bez basur memesine sürülür ya da çıbanlara sarılır. Hemoroite karşı bu dekoksiyondan günde 2-3 bardak içilir.

yurdumdan




Yel değirmenlerinin başlangıcına kadar olan süreçte, insan, hayvan ve su gücü ile çalışan değirmenlerle ilgili antik ve günümüz yazarlarının bahsettiği birçok bilgiyle karşılaşırız. Ancak yel değirmenlerinin tarihi ile ilgili çok az kaynak vardır.
Orta Çağ’da yoğun olarak karşımıza çıkan yel değirmenlerinin, su ve hayvan değirmen çeşitlerine göre komplike bir yapısı vardır. Bu yüzden olgunluk noktasına ulaşması çok uzun bir süre almıştır.


Batı Anadolu’da ve Ege aga adalarında çok sayıda değirmen kalıntılarında kapılara ait lento taşı üzerindeki yapılış tarihleri incelendiğinde 1850/1870 yıllarına ait olduğu görülecektir. Bunlar, bölgede yapılan en son yel değirmenlerine ait kalıntılardır.
Ülkemizde 1950/1970 yıllarına kadar çeşitli onarımlarla yaşamlarını sürdüren bu değirmenler, işlevlerini motor gücüne bırakarak tarihteki yerlerini almışlar, Akdeniz ülkelerinin sanayileşme süreçleri farklı olduğundan kullanımdan kaldırılmaları çeşitli ülkelerde farklı zamanlarda olmuştur.

yurdumdan




Bir yandan kaybolan el sanatlarımızı yaşatmaya çalışırken,bir yandan da yeni otantik el sanatları ortaya koymak zorundayız..
Su kabağı tohumunun ekilmesinden itibaren lamba halini alması yaklaşık bir yıllık zaman almaktadır.
Yetişmiş kuru bir su kabağının lamba halini alması ise ,zahmetli bir 8-10 saatlik çalışmanın sonucudur."Kabak Lamba" olarak adlandırılan bu ürünleri Gümüşlük le kabak'ta bulabilirsiniz.

Yöresel lezzetler



Bodrum bakkal önü meyve satışı

Yöresel lezzetler



Bodrum'da çektim

FRENK İNCİRİ, (firavun inciri ya da Hint inciri de denir), atlas çiçeğigillerden, tatlı meyveli bir bitki. (Opuntia ficus-induca). Sıcak iklim bitkisidir. Gövdesi etlenmiş ve yassı parçalar hâlinde birbirine eklenmiştir. Yaprakları dikenlere dönüşmüştür. Yumurta iriliğindeki meyvesinin kabuğu kalın ve dikenlidir; yenir. Kimi ülkelerde kültürü de yapılır. Ayrı cinsten, çeşitli amaçlarla (ilaç olarak kullanmak, zamk elde etmek, üstünde kırmızböceği beslemek, vb.) yetiştirilen başka birçok türü de bulunmaktadır.

Kıbrıs'ta Babuşka olarak bilinen bu meyvenin bir çok faydası varmış.Yaraları çabuk iyileştirdiği,cildi düzgünleştirdiği,ishale iyi geldiği söyleniyor.İnsanı zinde tutarmış.Çok farklı isimleri var.Her bölge kendine göre isim konmuş ama değişmeyen tek şey var eşsiz lezzeti...Tatmadıysanız büyük kayıp.

Bu arada çekirdeklerini çiğnemeye çalışmayın direk yutun.Sindirim sistemine fayda sağlayan o kısımlarıymış.

Sevgi katılmış lezzetler



Trabzon Uzungöl de kabak çiçeği

Kabak çiçeği her sabah çok erken saatlere doğru açar.Herkes komşu bahçelere kabak çiceği toplamaya gider.Sarı ve kocaman çiçekleri vardır.Çok özenle toplandıktan sonra dikenleri koparılır ve dolar.Ama pismeden önceki halleri daha güzeldir.
Kabak çiçeklerine ancak ve ancak bir prensesin pamuk elleriymişçesine nazik davranırsanız, onları yıkamada ve içlerini doldurmada sorun yaşamazsınız, yoksa kağıt gibi yırtılıyor

İçindekiler (2 kişilik)


10 adet kabak çiçeği
2 yemek kaşığı kıyma
1/2 adet soğan
1 yemek kaşığı pirinç
1 çay kaşığı nane
1/2 çay kaşığı yeni bahar
zeytinyağı
tuz
karabiber

Hazırlanışı
Kabak çiçekleri yıkanıp içlerindeki parçalar tabanını delmeyecek şekilde kopartılır.
Soğan incecik doğranır.
Kıyma, soğan, pirinç ve baharatlar karıştırılır.
Kabak çiçeklerinin içi doldurulup, yaprakları ile üstü kapatılır.
Tencerenin dibine yağlı kağıt serilir.
Çiçekler dizilip, yarısına gelecek kadar su konulur.
En son çiçeklerin üzerine zeytinyağı gezdirilip, kısık ateşte 20 dakika kadar pişirilir.
10 dakika demlendirildikten sonra servis edilir.

17 Eylül 2008 Çarşamba

ŞİİR VE RESİM BULUŞMASI




MERDİVEN

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…

Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…



Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

AHMET HÂŞİM

Tanzimat sonrasında Türk şiirinin önde gelen şairlerinden biri olan Ahmet Hâşim’in hayatı, şahsiyeti ve sanat anlayışına kısacık da olsa değinmeden “Merdiven” şiirini tahlil etmenin uygun bir davranış olmayacağı kanaatindeyiz.

Şiirin anlaşılması geniş ölçüde şâirin hayatıyla bağlantılı olduğu için konuya Haşim’in hayatı ve şiir dünyasıyla başlamak istiyorum. Ahmet Hâşim 1884 yılında Bağdat’ta dünyaya gelir. Mutasarrıf Arif Bey’in oğlu olan Hâşim’in anne tarafından da ilmiyye sınıfıyla yakınlığı olduğunu görüyoruz. Babasının mesleği gereği kısa süreli varyantlarla değişik bölgelerde bulunan şairin, eğitimi ve yetiştirilmesi konularında meydana gelen aksamalar zamanla ciddi sıkıntılar oluşturmuştur. On iki yaşlarında İstanbul’a gelen Hâşim, eğitimindeki kopuklukların neticesi olarak Türkçe’yi güçlükle konuşabilmektedir. Bu durum, kendine uygun ortam ve çevre edinme konusunda şâir için olumsuz bir yaklaşımdır. Bunun bilincinde olan Hâşim, bu yıllarda edindiği çevre ve arkadaş gruplarıyla Galatasaray Lisesi öğrencilik yıllarını iyi değerlendirir. Özellikle taşradan gelmiş olmanın verdiği sıkıntılı atmosferden uzaklaşarak şiire başlayışı ve sanatçı dostlar edinişi, lisedeki öğrencilik yıllarına tekâbül eder.

Hâşim liseyi bitirdikten sonra bir yandan hukuk tahsiline, diğer yandan da reji idaresi memurluğuna başlar. İzmir Sultânisi Fransızca Öğretmenliği teklifini kabul ederek hayatına yeni bir yön veren şâir, Duyûn-ı Umumiye memurluğu, Harp Akademisi ve Mülkiye Mektebi’nde öğretmenlik görevlerinde de bulunur.

Sanatının en verimli çağında yakalandığı amansız bir hastalık, 4 Haziran 1933’te O’nu bizlerden ayırmıştı. Hâşim’in ölümü üzerine O’nu yakından tanıyanlardan Abdülhâk Şinasi HİSAR, sevmeye ve sevilmeye doyamamış olan şairin, ölümden korktuğunu ifade ederek şunları söylemektedir:

“Ahmet Hâşim, şiiri her şeyin fevkinde düşünürdü. Şiir, onca hayatın ve dünyanın icmalini yapan bir tat, bir iksirdi. Şiiri ondan çok seven bir adam görmedim.”

Hâşim’in yaşam felsefesini şiirlerinden yola çıkarak algılamak mümkündür. O, son derece gururlu, zor beğenen, eleştiriye kapalı, acınmaktan nefret eden bir mizaca sahipti. Bu özellikleri ve içe kapanıklığı onu çevresine ve hayata kuşku ile bakan bir şahsiyet haline getirmişti. Sanatçının sanat hayatında ve şahsi yaşamında bu septik yaklaşımı ve bedbin yaşam felsefesini görüyoruz. Bu bakımdan Hâşim’in şiirleriyle iç dünyası ve ruhsal yapısı arasında ciddi paralellikler olduğunu söyleyebiliriz.

Zaman ve hadiselerin haşin, hırçın ve uyumsuz bir insan yaptığı Hâşim, bu durum karşısında kendisine yaşamak için “hayâlî” bir alem kurar. Hayal kavramı aynı zamanda sanatçının söyleminin ve ferdi psikolojisinin de anahtarını oluşturmaktadır.

Şairlerin sanat eserlerinde ekseriyetle ferdi hislerinin terennümü içinde olduklarını görüyoruz. Bu terennümde, şiiri oluşturan şekil ve ahenk unsurlarından geniş ölçüde yaralanmış olmaları sanat eserinin değerini arttırmaktadır. Sanatçı kullandığı kelimeleri özenle seçer ve bunlarla şiirini bir kanaviçe gibi işler. Sanat eserinin sırlarını ancak kendisine hususi sualler soranlara açacağını ifade eden M. Kaplan, tahlil çalışmalarının ehemmiyetini dile getirmektedir.

İşte, biz de Hâşim’in “Merdiven” şiirinin kendine has dünyasına bu zaviyeden bakmanın yararlı olacağını düşünüyoruz. Şair öncelikle diğer şiirlerinde olduğu gibi Merdiven şiirinde de akşamı ve güneşin batışını konu olarak seçmektedir. Şiirin genelinde tasvir edilen tabloda kızıl renk ve onun diğer tonlarının ağır bastığını görüyoruz.

Hâşim, sanatçı yönü itibarı ile hep sarı, kırmızı ve kara renklerini kullanan bir kişiliğe sahipti. Kırmızıyı kızıl, kan, gül ve alev gibi kelimelerle ifade etmektedir. Şair eserlerinde akşamın alev ve kan kızıllığı ile kendi evrenini süslemektedir.

Dış dünyaya ait olan sular, ağaçlar, kuşlar kısaca bütün tabiat akşam vakti bambaşka bir görünümdedir. Şiirde bu anın şairin hayalinde uyandırdığı izlenimlerle yeniden biçimlendiği görülmektedir.

Hayattan umduğunu bulamayan insan arkasında bir yığın üzücü hatıra bırakarak ömrünün sonuna doğru yaklaşır. Akşamın ve güneşin batışının verdiği hüzün onu çaresizlik içinde yaşlı gözlerle semaya bakıtır. Aynı düşünce yoğunluğunun Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi” şiirinde;

“Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli”

dizelerinde de tema ve söyleyiş yönüyle pek farklı olmadığını söylemek mümkündür. Batan güneşin kızıllığında sular sararmış, yüzler solmuştur. Güneşin ışıkları gibi yaşama gücü ve güzel umutlar, yavaş yavaş yok olmaktadır.

Şiirin ilk bölümünde insan hayatı olan ömür bir merdivenle biçimlendirilmektedir. Ağır ağır çıkılan merdivenler, insan olarak hayatımızın geride kalan yıllarının ifadesidir. İnsanın çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık devreleri göz önüne alındığında şiirin son devreyi yansıttığını görüyoruz. Çünkü geride bırakılan her dakika, insanı ölüm gerçeği ile yüz yüze getirmektedir. Şair bu keyfiyeti bizlere sanatçı kimliğini konuşturarak tabiattan aldığı ağaç, ağlamak ve sararmış yaprak gibi kavramlarla çağrışım yaptırmaktadır. İnsanın, hayatının son dönemlerindeki fiziki görünümündeki değişimler şairin ifadesinde, yüzlerin perde perde solması şeklinde belirtilmektedir.

Bu umutsuzluğun, sıkıntının ve bıkkınlığın duyurulmaya çalışıldığı şiirde zaman güneşin gurûba meylettiği akşam vaktidir. Umutsuzluk, bıkkınlık ve hüzün “bir lisân-ı hafî” gibi insan ruhunu doldurmakta ve onu karamsarlığa sürüklemektedir. Şaire göre bunu anlamak ve anlatmaksa oldukça güç bir durumdur.

Hâşim, şiirlerinin çoğunda olduğu gibi burada da akşamın ve batan güneşin etkisindedir. O’nun, realitenin silindiği bu anlara sığınması, gerçek hayatta bulamadığı yakınlığı, hayal dünyasında oluşturduğu itibari âlemden beklediği içindir. Nazan Güntürkün bu sığınmanın gerçekte avuntudan öte bir şey olmadığını ifade eder.

Hâşim’in sevmediği kendi varlığının dışına çıkma isteği “Merdiven” şiirinde de âşikârdır:

“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden”

Bu çıkış, bu yükseliş onu bulunduğu yerden kurtaracaktır. Yine “Yollar” ve “O Belde” şiirlerinde de bu duyguyu hissetmekteyiz. Hâşim, sonuçta kendi yarattığı aleme erişememiştir. Bu istek “Yollar” şiirinde de, gecenin inen zalim karanlıklarıyla yarıda kalır. Biz bu ulaşamayışın üzüntüsünü işte “Merdiven” şiirinin üçüncü mısraında görmekteyiz:

“Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak”

Hâşim’in ölünceye kadar madde ile ruh arasında kararsız gezintiler yapan büyük bir çocuk olarak kaldığı görüşünün eserlerinden hareketle yola çıkıldığında isabetli bir karar olduğu kanaatindeyiz.

Şiirin ikinci kısmında mermer bir havuz, akşam güneşinin de tesiri ile tunç rengini almıştır. Bu havuzun içindeki sular ve bütün tabiat yanar haldedir. Tabiat da umutsuz, bıkkın insan gibi batan güneşle beraber gecenin, karanlığın hüznünü yaşamaya hazırlanmaktadır.

Şair burada müzikle resmi birleştirmektedir. Şiirdeki ahenk kulağımıza hoş gelirken, kelimelerle de gözümüzün önünde bir tablo çizilmiştir. Hâşim, şiirde mûsikî ve resme önem veren bir sanatçıdır. Şiirde mânâdan ziyade kelimelerin söyleyiş özelliğine yönelir. Çünkü O, sözün mananın zarfı olduğu ve şiirin sözden ziyade mûsikîye yakın olduğu görüşündedir. “Merdiven” şiirinde duyguların açıkça belirtilmediğini, bir takım sembollerle Hâşim’in gizli bir duyguyu ifadeye çalıştığını gözlemliyoruz. Bu yaklaşım, O’nun sembolik sanatın türlü yorumlara yol açan niteliğine bağlı kaldığı görüşünü de doğrular mahiyettedir.

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…”

Akşamın böylesi ancak bazı ruhlara dolan gizli bir söyleniş ve gizli bir anlaşmadır. Zira Hâşim’e göre mânâ, âhengin telkinâtından başka bir şey olarak da görülmemektedir.

Dönemine göre sade bir dil ve akıcı bir üslûpla yazılan şiirde, anlam yoğunluk kazanmıştır. Şair akıcılığı bozmadan edebi sanatlardan da istifade etmiştir.

“Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?”

dizelerinde akşam güneşinin ışıklarının suya yansımasıyla suyun yanıyor gibi görünmesi, beyaz mermerin aynı sebeple koyu kızıl bir renk alması, güneşin durumu itibariyle doğal bir olaydır. Ancak şair bilinen türden bu olayları bilmezlikten gelerek “tecâhül-i ârif” sanatı yapmıştır. Yine;

“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller”

dizesinde anlamı güçlendirmek için gülün akşam güneşiyle aldığı renk kan rengine benzetilmiştir. Ayrıca, gülün daldaki duruşu ve renginin de kanayan yaraya benzetilmesi şiirdeki âhengin sağlanmasında gösterilen hünerin şiir diline yansımasıdır.

Cemil Meriç, şiirle mûsikînin bir elmanın iki yarısı olduğu görüşünden hareketle mûsikînin saf, şiirin karışık, mânânın âhenkle izdivacı olduğunu ifade eder. Realist bir gözle bakıldığında “Merdiven” şiirinde de şiirle mûsikînin içiçe olduğu görülür. Şiir aruzun (Me fâ i lün / fe i lâ tün / me fâ i lün / fa’lün) kalıbıyla yazılmıştır. Şiirde baştan sona “r” sesinin hakimiyeti ve tekrarı mûsikînin oluşmasında etkili olmuştur: Ağır ağır, bir, merdivenlerden, eteklerinde, rengi, yaprak, ağlayarak, perde perde, ruha, seyret, arza, kanar, güller, mermer, …vs.

Şiirde kafiyeler sağlam ve eksiksizdir. Rediflerse canlı ve eylemlerin devamlılığını hissettirmektedir: Olmakta, dolmakta, solmakta,…vs. örnekler bizi doğrular yapıdadır. “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” dizesi basit bir emir cümlesi gibi görünse de hakikatte âhenk ve çağrışım yüklüdür. Buradan hareketle şairin şiir dilini yakaladığı kanaatindeyiz. Şiiri okudukça, bize “yeter artık” dedirtmeyen duyguyu şiirin kendi lisanında buluyoruz.

Şiire genel çerçevesi içerisinde bakıldığında ilk dikkati çeken hususlardan birisi canlı bir tabiat tasviridir. Hâşim’in kelimelerle çizdiği bu hârikulâde manzara O’nun bir ressam kadar ince ruhlu oluşunu gösterir. A. Hamdi Tanpınar, Hâşim’in bu yönüyle ilgili kanaatini, “…belki acemi ve biraz kekeleyen bir lisanla da olsa hilkat onu bir nev’i ressam yaratmıştı,” şeklinde ifade etmektedir.

Şairin bulunduğu ortam, dış mekan, batan güneşle birlikte karanlık bir geceye hazırlanıyor. Bu hazırlanmada karamsarlık, tedirginlik, üzüntü ve korkunun, hayatının son demlerine gelmiş, hazanlarını yaşayan insanların hâlet-i ruhiyelerindeki manevi baskısını ve vicdani sorumluluğunu hissetmekteyiz. “Merdiven” de, ancak muhteva ve şairinin duygu dünyası ile izah edilebilir. Hâşim, seçtiği kelimeler ve bu kelimelerin yan yana gelişinden doğan âhenkle, kullandığı renklerle ve çizdiği tablolarla kendi dünyasında oluşturduğu îtibâri âlemin kapılarını bizler için aralamaktadır. Bize de samimiyetle o kapıdan içeri adım atarak Hâşim’in iç dünyasına kısa süreli de olsa konuk olmak düşüyor.
Dr. İlyas YAZAR

Sevgi katılmış lezzetler



Bir cevizi elinize alinca, en disinda bir yesil kabuk, sonra tahta bir yapi, daha sonra ince bir zar ve en icte de tartismasiz sekilde insan beynini hatirlatan beyaz bir yapiyla karsilasiriz. Ceviz, disindaki yesil kabugu ile kafa derisine, sert kabugu ile kafatasına, icindeki zari ile beyin zarina,asil meyvesi ile de beyin e benzeyen harika bir gidadir. Beynimizin kucultulmus bir modeli olan cevizin meyveler arasinda gumus iyonu ihtiva eden tek meyve olmasi elbette harikadir. Fakat bu gumus iyonuna, icra ettigi Elektronik vazife acisindan ihtiyac duyan tek organin beyin oldugunu soylersek, saniriz bu muhtesem benzerlik ve mukemmel yaratilis karsisinda tuylerimiz diken diken olmaktadir. I.T.U. mezunlari elektronik dergisinden alintidir.
Not: Yas ne olursa olsun gunde 1-2 adet ceviz yemek beyin uzmanlari tarafindan israrla tavsiye edilmektedir. Ozellikle gelisme cagindaki cocuklar icin….
Cevizin mide, bagirsak, bobrek ve deri rahatsizliklari gibi bircok hastaliga iyi geldigini vurgulayan Prof. Dr. Karadeniz, "Cevizin sadece meyvesi degil, kabuklari ve yapraklari da bircok rahatsizlik icin kullanilmaktadir" dedi.
Cevizin kanda zararli kolesterolun birikmesini onledigini, yuksek kolesterolu dusurdugunu ifade eden Karadeniz, "Ceviz, damar tikanikligi ve seker hastaliginin tedavisinde kullanilmaktadir. Mide gazini giderir. grip ve nezleye iyi gelir. öksurugu keser. Sindirim sistemi bozuklugunu giderir. Ceviz, vucudu soguktan korumak icin de yenir. Yorgunlugu ve bitkinligi
giderir. Zehirlenmelere ve zehre karsi etkilidir. Zindelesmeyi saglar" diye konustu.
Karadeniz, cevizin yapraklarindan elde edilen juglon Maddesinin eczacilikta kan temizleyici ve kuvvet verici olarak kullanildigini kaydederek, soyle devam etti: "Seker hastalari ceviz yapragini kaynatip icmelidir. Ceviz yapragi ve kabuklari kaynatilip Balla karistirilarak icildiginde kansizliga iyi gelmekte, bu cay kani temizlemekte, kalbi guclendirmekte, ishali ve dizanteriyi kesmekte, sinir sistemini guclendirmektedir. Ceviz meyvesi cocuklarin gelismesini hizlandirmaktadir. Ceviz beyin icin gerekli olan gumus iyonlarini ihtiva ettiginden, bebekten yasliya kadar herkes icin ideal bir meyvedir

Sevgi katılmış lezzetler




Gümüşlük'te çektiğim ve sonrasında da afiyetle yediğimiz balıklar,sezon açıldı bol bol yemek lazım


Kalp sağlığı için balık yiyin

Kalp sağlığınıza dikkat ediyorsanız, size ilk sorulacak sorulardan biri, ne kadar sıklıkla balık yediğiniz olacaktır. Balık, sadece kolesterolsüz protein kaynağı olmakla kalmıyor, yapısında bulundurduğu Omega-3 adlı yağ asitleri sayesinde, kalp ve damar sistemi için yararlı etkiler de gösteriyor.

1 Eylül itibariyle av yasağının sona ermesi ile birlikte bu yıl balığı bol ve ucuza yiyeceğimiz müjdesi de geldi. Eylül ayı lüfer ve palamut un tam zamanıdır. Bu ayın ortalarına doğru iyice yağlanan lüfer ve palamutu özellikle ızgara veya buğulama olarak pişirip yemek çok lezzetli ve sağlıklıdır. Düzenli olarak balık yemenin birçok olumlu etkisi olduğuna dikkat çeken uzmanlar;

Omega-3 den zengin bir beslenme, kan yağlarının bir türü olan Trigliserid'lerin kandaki düzeyini düşürececeğini,

Omega-3 yağ asitlerinin, doğal pıhtı önleyici gibi etki göstereceğini, kandaki pıhtılaşma hücrelerinin birbirlerine yapışmasını azaltacağını böylece damar içinde pıhtı oluşması ihtimali azalacağını vurguluyorlar.

Omega-3'lerin tansiyon üzerinde de etkisinin olduğunun kanıtlandığına da dikkat çeken uzmanlar, Sadece sebze-meyveye dayalı bir diyetle (vejeteryan), balığa dayalı bir diyeti uygulayanların birbirlerine oranlanmalarında, balığa dayalı diyet uygulayanlarda tansiyon yüksekliği olaylarının çok seyrek olarak görüldüğünü belirtiyorlar.

Bütün bu yararlı etkileri dikkate alan beslenme uzmanları kalp-damar hastalığından korunmak isteyen herkese balık yemesini tavsiye ediyor. Ancak balığı yağda kızartmaktan kaçınılması da yapılan tavsiyeler arasında yer alıyor.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Dost Kalemler

Yahşi'ye,Sakız Ana'ya paylaştığımız güzel günlere,yıllara selam olsun


Doğumunda Doğdum Ben

28 mart bugün

Doğumunu anıyorum

Yüreğimde sevgiden

Desteler yaptım sana

Dualarımı öptüm de

Cennetine yolladım

Yaradan’dan izin al

Bana bir uğra baba

Sağ omzuma bir kon

Yardım et güzel babam

Bu dünya çok büyük

Lakin yürek küçüldü

Bir ışık gönder babam

Ben ona tutunayım

Yaradan’dan izin al

Bana bir uğra baba…

Lalehan Sakız

10 Eylül 2008 Çarşamba

ACI KAYBIMIZ






Varlığı ile hayattaki duruşu ile çok şeyler öğrendiğimiz,son dönemlerine yakın tanıklık etmekten büyük bir onur duyduğum Asaf hocamda ben ''Nasıl yaşarsanız,öyle ölürsünüz,nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz hadis-i şerifin tecellisini gördüm,elinden kağıdın,kalemin,kitabın hasta yatağında bile düşmediği hocam mekanın cennet olsun,emanetine elimizden geldiğince sahip çıkmaya çalışacağız.


Prf. Dr. Asaf Ataseven kimidir?


Fatih'in en köklü ve en büyük tıp kurumlarından Bezm-i Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi'nin vakfiyesine uygun olarak hizmet edebilmesi için uzun yıllar mücadele veren Prof. Dr. Asaf Ataseven Gaziantep'te 1932 yılında doğdu. Adı Vakıf Gureba Hastahanesi'yle adeta özdeşleşen Prof. Ataseven, Vakıf Gureba'da 1974-1984 yılları arasında Genel Cerrahi Kliniği Şefliği, 1984-1993 yılları arasında da Başhekimlik vazifesini yürüttü.

Bezm-i Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Kliniklerine Yardım Vakfı'nın başkanlığını da yapan Prof. Dr. Ataseven, Türkiye'de üniversitelere sınavla öğrenci alma uygulamasının yapıldığı ilk dönem olan 1951-52 öğrenim döneminde, ilk tercihi olan İstanbul Tıp Fakültesi'ni kazandı. Teknik imkanlar bakımından tıp eğitiminin çok zor olduğu bir dönemde başarılı bir öğrencilik hayatının ardından altı yıllık tıp fakültesini altı ay erken bitirdi. 1957 Mayıs'ında okulu bitirdikten sonra askerlik yapmayı tercih eden Prof. Ataseven, İzmir'de yedek subay okulunda altı ay öğrenim gördükten sonra, Erzurum'da 10-180 Piyade Alayı tabibi olarak askerliği tamamladı. Bir buçuk yıl askerlikten sonra, 1958 senesinin sonuna doğru asistanlık başvurusu yapan Ataseven, Cerrahpaşa'da üçüncü cerrahiyi seçti. 1958'in sonunda asistan, 1964'te de uzmanlık imtihanıyla genel cerrahi uzmanı oldu. Ardından da Kürsü Kurulu kararıyla başasistan olan Dr. Ataseven, kariyerine devam ederken kendisi gibi başarılı bir tıp doktoru olan Gülsen Ataseven'le evlendi. Ancak evlendikten üç-dört ay sonra maaşı kesildi. Namaz kıldığı için doçentliği engellenen Dr. Ataseven hukuki yollardan hakkını aramak için Danıştay'a dilekçe verdi. O dönem altı yıl üniversitenin dışında kaldı. Vakıflar Genel Müdürü Prof. Dr. Osman Çataklı ve Baştabip Doç. Dr. Mazhar Özman tarafından Gureba Hastanesi 2. Cerrahi Şefliği'ne davet edildi. Danıştay davası devam ederken 1970 yılına kadar altı sene Gureba'da çalışan Prof. Ataseven, önce Genel cerrahi uzmanı, sonra şef muavini oldu. Danıştay, haksız bir tasarruf olduğu için kararı onun lehine verince Cerrahpaşa'ya döndü. Ancak görev yaptığı altı yıl boyunca Gureba hakkında geniş bilgi edinen Prof. Ataseven'in tarihçesini öğrendikçe Gureba Hastahanesi'ne bağlılığı arttı. Danıştay'ın kararının ardından döndüğü Cerrahpaşa'da ise yaşadığı zorluklar devam etti. Doçentliğinin son safhasına geldiğinde Gureba'ya davet edildi. Vakıf Gureba'ya 1974 yılında genel cerrahi şefi olarak gelen Prof. Ataseven, 1984 yılında başhekim oldu. Gureba'da 10 yıl başhekimlik görevini yürüten Prof. Ataseven, başta hastahanenin yeni binasının bitirilmesi olmak üzere birçok projenin gerçekleşmesinde öncülük etti. 1997 yılında Gureba Hastanesi'nden emekli oldu. Vakıf Gureba'nın tarihçesi ile Tıbb-ı Nebevi konusunda makaleler yazdı, kitaplar yayınladı. Bu çalışmanın yayına hazırlandığı günlerde geçirdiği trafik kazası sonrası yoğun bakıma alınan Prof. Asaf Ataseven, Aydınlar Ocağı kurucular kurulunda da yer aldı. Prof. Ataseven'in bir kız (Betül Ülker), bir erkek (M. Fatih Ataseven) iki evladı bulunuyor.

Eserleri:

Din ve Tıp Açısından Domuz Eti, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2002

Tarih Boyunca Sünnet, Boğaziçi Yayınları, 2005

Bezmiâlem Valide Sultan Gureba-i Müslimin Hastahanesi Vakfiyesi Üzerinde Araştırma. Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Dergisi: 12: 335,1986

Yaşayan Bir Vakfımız I. Vakıf Haftası 5-11 Aralık 1983, Önder Matbaacılık Ltd. Şti. Ankara 1984

Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi ve Son Yıllardaki Gelişmeler. Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Dergisi 16:1,1989

Bezmiâelem Üniversitesi Niçin kurulmuştu? Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Dergisi 17:19, 1990.

Bezmiâlem'in Okulu Yüksek Okuldur. Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Dergisi 17:49, 1990

Galata Köprüsü'nün adı "Bezmialem" ya da "Valide" Köprüsü olmalıdır. Bezmialem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Dergisi 17:19, 1990

Bezmiâlem Valide Sultan'ın Gureba Hastanesini Fakir ve Garip Müslümanlara tahsis etmesi hakkındaki deliller. Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastahanesi Dergisi, 17:52, 1990

Bezmiâlem Valide Sultan Vakfı Bezmiâlem Üniversitesini nasıl kurdu? Zaman Gazetesi 9 Mart 1989

Haber 7

7 Eylül 2008 Pazar

RAMAZAN'A DAİR



Yahya Efendi türbesinin bahçesinde nar


Yahyâ Efendinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum. Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi Hind’den de.” dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu. Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu kapıdan istediğin nedir?” dedim. Sonra geri dönüp ceddime; “Dedeciğim birisi sizinle kapıda görüşmek istiyor.” diye haber verdim. O da bana; “Onu içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.” dedi. Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü. Koynundan bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ Hindistan’dan geldim. Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ Efendi hazretleri de tebessüm edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra geri gönderdiler.”

Yahyâ Efendinin Boğaz’da çok güzel bir bahçesi vardı. Orada Mustafa Efendi adında biri hizmet ederdi. Bir gece Yahyâ Efendi ona; “Bana biraz su getir.” buyurdu. O sırada hiç su yoktu. Mustafa Efendi testiyi alıp dışarı çıktı. Dışarısı çok karanlık olup, göz gözü görmez derecedeydi. Üstelik su getirilecek yer de oldukça uzak ve tehlikeliydi. Mustafa Efendi bir türlü gitmeye cesâret edemedi. Geriye de dönemedi. Neticede; “Yahyâ Efendiye fedâ olsun, diye gönlünden geçirip yola koyuldu. Birden gideceği yer gündüz gibi aydınlandı. Selâmetle gidip testiyi doldurup getirdi. Lâkin bu aydınlığa şaşıp kaldı. Tekrar dışarı çıkıp bu aydınlığı görmek istedi. Dışarı çıktığında her tarafı kapkaranlık gördü. Bu hâli Yahyâ Efendiden sormak istedi. İçeri girdiğinde Yahya Efendi ona; “Bak Mustafa Efendi! Bu gördüğünü kimseye söyleme. Bizi de ellere verme. Bir kimsede yakîn nûru varsa, o kimse zulmette, karanlıkta kalmaz.” buyurdu. Bu hal onun bir kerâmetiydi.

Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün aramalara rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm edilmesini istedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi, şu şiiri söyledi:

Sabahleyin iki ganem (koyun),
Menzile mihmân (misâfir) geldi.
Her görenler dediler,
“Tekkeye kurbân geldi.”

Yolda çokdur çalıcı,
Onları, çaylak gibi,
Her aç olan ona der;
“Derdime dermân geldi.”

Bir koyundan küçüktür,
İki koyunu pençeler,
Çekip orada yutar,
Der: “Bize ihsân geldi.”

Ey “Müderris” ola gör,
Râ’î (çoban) bugün bunlara sen!
Enbiyâ zümresi hep
Âleme çoban geldi.

RAMAZAN'A DAİR



YAHYA EFENDİ

Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. Sohbetinde bulunanların herbirine “Âşık” diye hitâb ederdi. Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel hâllerini anlatırdı.

Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.

Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hikmeti suâl edildiğinde; “Bekara sûresi 36. ve A’râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “...Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.” buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.” buyururdu.

Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip, İstanbul’daki meşhûr yerine yerleştirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; “Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece kırık gönlümüz neşelensin.” dedi. Hatt-ı şerîf, Yahyâ Efendiye ulaşınca, kâğıt kalem istedi ve Kânûnî’ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.

Yahyâ Efendi hazretlerinin çok kerâmetleri görüldü. Kânûnî Sultan Süleymân Han sık sık kendisini ziyâret eder nasîhatlerini ister, duâsını alırdı.

RAMAZAN'A DAİR



sizler için huzurda dua ettim


YAHYÂ EFENDİ


İstanbul’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Yahyâ, nisbeti Beşiktâşî’dir. Aslen Amasyalı olup Şamlı Ömer Efendinin oğludur. Yahyâ Efendi, İbn-i Ömer el-Arabî, Yahyâ bin Ömer Beşiktâşî ve Molla Şeyhzâde gibi isimlerle de tanınıp meşhûr olmuştur. 1494 (H.900) senesi Trabzon’da doğdu. 1569 (H.977) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerîfi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yaptırdığı ve kendi adıyla anılan câminin yanında olup, ziyâret mahallidir.

Babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon’da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon’da aynı sene aynı haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî’yi Yahyâ Efendinin annesi emzirdi.

İlk tahsîlini, babasından ve oradaki başka âlimlerden yapan Yahyâ Efendi, küçüklüğünden îtibâren ilim ve ibâdete rağbet ederek yetişti. Çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak için çok çalıştı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere, mânevî olgunluklara kavuştu. İlimdeki kemâlâtını arttırmak ve daha yükseklere kavuşmak maksadıyla, hilâfet merkezi olan İstanbul’a geldi. Zenbilli şöhretiyle meşhûr, Müftiy-ül-enâm Ali Cemâlî Efendinin hizmet ve sohbetlerine kavuştu. Vefâtına kadar sohbetlerine devâm etti.

Ali Cemâlî Efendinin vefâtından sonra müderris oldu. Yahyâ Efendi, çeşitli medreselerde vazîfe yaptıktan sonra, 1553 senesinde, Sahn-ı semân medreselerinden birinde müderrislik yaptı. İki sene sonra da emekli oldu. Emekliliğinden sonra inzivâyı, yalnız kalıp, hep ibâdet ve tâat ile meşgûl olmayı tercih etti. Beşiktaş’ta satın aldığı deniz kenarındaki bahçesinde, bir ev ve mescid yaptırdı. Sonraları evin etrâfında; medreseler, hamam ve orada kalanların barınacakları odalar ve yol üzerinde herkesin gelip geçtiği bir yerde de çok güzel bir çeşme yaptırdı. Pek mahâretli olup, inşâat işlerini bizzat kendisi yapardı. Yaptığı çeşmenin târihî olması bakımından, kitâbesi için yazdırdığı şu beyt meşhûrdur:

“Binâ târihi bu inşâlar olsun

Konup içenlere sıhhâlar (safâlar) olsun”