24 Eylül 2008 Çarşamba

Dost Kalemler




Eylül.. Eylül.. Eylül;

Soğudu hava. Yağmur da düştü. Serçeler kuru bir yazdan sonra sokak ortalarındaki su birikintilerinden nasipleniyor artık. Serçelerin banyoları vardır bilen bilir hani. Ürkek bir oyuncu kimliğindedirler ve bir arabanın gürültüsüne kadar vakitleri vardır serçelerin. Ev kadınlarının evlerinden henüz çıkmadıkları dakikaları kollarlar serçeler. Okulların ve işyerlerinin müdavimlerince terk edildiklerinde ara sokaklar, serçeler üşüşürler asfaltlarda açılmış deliklerin başına.

Ne evim diye bir kelime düşleyebilir durumdayım şimdi ne de ‘Sen’ diye bir şey… Oysaki seni görmeyeli beri seni dileniyorum bütün bu sokaklarda. Seni dilenirken kurduğum cümleler serçelerin yıkanış zamanlarına denk düşüyor hep. Ne bir serçe ürküyor senden sebep, ne bir gürültü kopuyor yeryüzünde. Fakat dünyanın bütün ürpertileri ve fırtınaları bendedir; ne görünür ne de duyulur…

Sondan bir önceki sayfada yazanlar sadece bu kadardı. Bütün köşeleri iyiden iyiye kıvrılmış tek ortalı çizgisiz defterin kurşun kalemle kalınlaştırılmış sayfaları ne kadar da benziyordu yüzüne ve ellerine. Yüzünde ne yazıyorsa defterde de o vardı. Ellerindekine ilave şerhlerden ibaretti sanki sayfalarda yazanlar.

Üzerinden çıkanlar, bir imsakiye, mendil olduğu üzerindeki lekelerden anlaşılan kirli bir bez parçası, bir tespih, birkaç demir para ve iyiden iyiye küçülmüş bir kurşun kalem. Tüm bunların arasında en dikkat çekici olanı kurşun kalemdi şüphesiz. Her şeyin darmadağın ve yıpranmışlığının yanında kurşun kalemin ucunun bu derece özenli olması şaşkınlık verecek kadar önemliydi.

Bir kalem ve bir defter…

Üzerinde dolaşan parmakların beyazlığı ve inceliği sayfaların kurşuni ağırlığı karşısında biraz tuhaf kaçsa da defterin okuru sayfalar arasında soluk soluğa ilerliyordu. Bu defterin okuru olabilmenin de kolay bir durum olmadığı gün gibi aşikârdı. Her sayfa bir kurşun kadar ağır düşüyordu insanın zihnine. Büyük bir yırtılmayla kurulan her cümleyle aşk, tarifsiz bir acının üzerinde yükselip duruyordu. Belli ki; büyüdükçe büyüyen kendisini anlatmaya çalışan kelimelerin anlam haritalarının sınırlarını çoktan aşan bir haldi bu hal.

Hastanenin yoğun bakım ünitesinin bugüne kadar ki en ilginç konuğuydu bu beyefendi. Bir kaldırımda bulunup getirilmişti. Kimsiz, kimsesiz bir garipti işte. Üzerindeki giysilere bakılırsa, bunca zamandır kasketi yastıklık etmiş, paltosu yorganlık. Görünen o ki, başka da bir yoldaşı yok gibiydi hayatında. İçerisinde neler olduğu paltosunun derin iç boşluğundan çıkan bu defterde kayıtlıydı. Belli ki; görünenler çoğu zaman olduğu gibi yine görünmeyenlerin üzerinde bir perde olmuştu. Dünya garip bir şey işte; nereden nereye ulaşılacağı pek belli olmuyor.

Hastaneye ilk getirildiğinde saçı sakalına karışmış vaziyetteydi. Buna rağmen eli, yüzü ve ayakları temizdi. Hijyenik sebeplerden ötürü, daha geldiği gün hoyrat bir hasta bakıcı elinde yitip gitmişti saçı ve sakalı. Böylece, iri sayılabilecek dudakları, avurdunun çökmüşlüğüyle iyice belirginleşmişti. Gözleri çukurlarının içerisine gömülmüş ve her şeyden razıymışcasına kapalı duruyorlardı. Tırnakları uzamış, sağ el yüzük parmağında evvelden bir yüzüğün varlığını anımsatır derin bir iz vardı.

Bugün Eylül ayının yirmi ikinci günüydü. Tam sekizinci günündeydi yoğun bakımın. Sekiz gündür bu buz gibi odada duyulan tek ses, hemşirelerin ve doktorların sabo terliklerinin gıcırtılarından başka bir şey değildi. Yoğun ilaç kokusu ve sessizlik içerisinde olan bitenden habersiz derin bir uyku…

Defterin varlığının tek tanığı hemşire bütün nöbetlerini ardı ardına tutmak için diğer hemşirelerle anlaşmıştı bir şekilde. Bu kim olduğu bilinmeyen gizemli adamın hastane süresince de olsa hizmetini görmüş olmayı işinin zekâtından sayıyordu. Hareketsiz bedenin dünyaya dair tüm belirtilerinin kayıtlarını itinayla kaydediyor, ilaç zamanlarına bugüne kadar hiçbir hastaya nasip olmamış özeni gösteriyordu.

Bir sayfa daha çevirdi defterden;

Adımı bile unutmaya yüz tuttuğum şu günlerde şunu iyi biliyorum; Eylül’e az kaldı…

Göğsüne doğru süzülen on üç martının en küçüğünün kanadından yakalayıp sana uzanmayı isterdim şu anda.

Apartmanlar nasıl üzerime geliyor bir bilsen. Bilmek isteyip istemeyeceğini bile bilmiyorum. Apartmanlardan nefret ediyorum. Bu devasa ve ruhsuz yapılardan birinin de senin barınağın olduğunu biliyorum ya bu da bana zor geliyor.

İşinden, arkadaşlarından, elektronik postalarından, yaşadığın binanın göğü umursamayışından nefret ediyorum.

Beni anlamayacağını bilsem de, kapına dayanıp haydi bu şehri terk ediyoruz diyebilmeyi isterdim bir de…

Çok bunaldım, içim daralıyor…

Ama olsun Eylül’e az kaldı…


***

“Hala Eylül’de miyiz?”

Sesin geldiği yana yüzünü döndüğünde hasta adamın gözleriyle karşılaştı hemşire. Gözlerinin renkliliği kan çanağının içerisinde hareketsiz ve solgun duruyor olsa da belli oluyordu.

Evet de…

dedi ve söyleyeceklerinin devamını getirip getirmeme konusunda bir tereddüt yaşadı. Sonra adamın, evet cevabını alır almaz girdiği sükûnet halinden de güç alarak;

Evet de, nedir bu Eylül’le alıp veremediğiniz? Bir Eylüldür almış yürümüşsünüz…

diyebildi.

Uzunca bir sessizlik oldu odada. Yerlerdeki karolar kadar taş kesildi sanki her ikisi de. Söylediğine dair bir pişmanlık aldı yürüdü oda boyunca. Yüzü kızardı. Ne söylemesi gerektiğini bu kadar uzun düşündüğü bir anı daha hatırlamıyordu. İyisi mi susmalıydı. Sustu.. sustu.. sustu…

Eylül benim son baharımdır.

diye bir ses belli belirsiz duyuldu sadece.

Bütün bu tanığı olduğu şeylerin üstüne;

Benim için şimdi söyleyeceklerimi kaydeder misin?

Sualine ne cevap verilebilirdi ki?

Söz de başladı kayıt da;

sağır sokak, ıhlamur ağacı
umarsız bina, pencere göz
tepede duvar, duvarda Mostar
kendi gülüşünden kaçan bakışlar
arife, sıcak
müzik ki hatırlanmaz
manzara upuzun ve dağınık
kurulamayan yaşamak başlanmamış hayal



Olsun nasılsa Eylül yine gelecek!

Yusuf Armağan

Hiç yorum yok: