Değişimi başlatanların ilk işi,
alışkanlıkları ortaya çıkarmaktır;
onları değiştirmeye çalışmak değil.
-Gary Hamel
30 Ekim 2008 Perşembe
29 Ekim 2008 Çarşamba
Ustalara saygıyla
O olmazsa yaşayamam
O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...
Can Yücel
O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle O daha az sever seni,
Senin O'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...
Can Yücel
23 Ekim 2008 Perşembe
Dost Kalemler

Ne resim gerçek, ne de “senin” resmin
Basit ama atladığımız yakıcı bir gerçek var: Basit gerçek şu: Güneş ışıtır; ayna yansıtır. Bu basit gerçeğin atladığımız boyutu ise, ışığı güneş, yansımayı da ayna sanmamız. Yani, görüneni gerçek sanmamız; ardından da gerçeği yoksaymamız. Oysa ışık da, yansıma da gerçek değildir; sadece gerçeğin görünen kısmı, bir resmidir.
Modernliğin felsefî düzlemde kurucu babası Descartes'ın en büyük hatası, ruh'la beden'i ayrı kategoriler olarak konumlandırması ve nihayet birbirinden ayırmasıydı.
Descartes'ın hatası, felsefesi'nin muhtevasında değil, metodunda gizliydi: Metod'u muhteva katına yükseltmesinde yani. Descartes, hayatiyet'i hayat zannetmiş, hatta farzetmişti: Oysa hayat; vasat'ır, asıl'dır, norm'dur, etik'tir, kısacası dil'dir; hayatiyet ise vasıta'dır, usûl'dür, form'dur, estetika'dır, kısacası üst-dil'dir. Descartes, üst-dil'i, dilin bizatihî kendisi sanmış ve öyle konumlandırmıştı.
Dil varsa, üst-dil varolabilir veya varedilebilir'di. Hayat varsa, hayatiyet varolabilir veya varedilebilir'di. Hayatiyet'i hayat sanmak ya da insanı sadece beden'den ibaret sanmak, ruh'u bedene göre tarif etmek veya yoksaymak, hayatın ve dolayısıyla da insanın yok ediş ve yok ediliş sürecini başlatacak tohumları ekmek demekti/r.
Oysa ruh (=vasat ya da asıl) olmadan beden (=vasıta ya da usûl) hem varolamaz, hem de hiçbir şey ifade etmez. İşte Descartes'ın yanılgısı, vasıta'yı vasat sanmasıydı. Vasıta'nın bir vasat oluşturucu ve vasatı ifade edici bir “aracı” ve “araç” olduğu doğru. Ancak vasat'ın yani asıl'ın önce hayat bulduğu, sonra da hayat olduğu kaynak, dolayısıyla asıl varsa, vasıta asıl'a yani vasat'a dayanarak bir usûl oluşturabilir, bütün'ü ve hakîkat'i parçalamayan bir resim sunabilir.
Descartes, vasat'ı / vasatın kaynağı asıl'ı yok ettiği ve vasıta'yı / usûl'ü asıl katına yükselttiği için modernler hayata, kendilerinin dışındaki varlıkların, mesela Tanrı'nın, Kâinât'ın ve insanlığın hayatına da kasdetmekte bir sakınca görmediler: Kültür, toplum, bilim, teknoloji, akıl, içgüdü gibi araçları putlaştırdılar ve insanlığı sadece kaos üreten araçların sultasına boyun eğdirdiler.
Özetle Descartes, iki büyük indirgeme hatası yapmıştı: Birincisi, hayatı görünüş'e kilitlemesiydi. İkincisi ise, metodu / usûl'ü, asıl katına yükseltmesi ve aslı, aslın ifadesi olduğu bütün'ü yoksaymasıydı. Nietzsche'nin deyişiyle, nedenlerle sonuçları karıştırması, dolayısıyla sonucu neden sanması ve hatta neden katına yükseltmesiydi: Usûl, bir sonuçtur; her usûl'ün bir kaynağı vardır. Hiçbir usûl boşlukta oluşmaz. Usûl, gerçeğin kendisini değil, yalnızca bir resmini, bizim gördüğümüz resmini sunar bize.
Oysa başkaları başka gerçek resimleri resmedebilirler, görebilirler. Mesela aynı konuyu bir Hollywood yönetmeni başka türlü çeker, yani resmeder; hareketli resme dönüştürür; bir Çinli, bir İranlı, bir Latin Amerikalı yönetmen başka, bambaşka türlü resmeder bize.
İşte Descartes'ın ve bütün modernlerin büyük yanılgısı, kendi resimlerini (yani parça'yı, yani arızî olan'ı)) hem gerçeğin tek resmi, hem de daha naif ve yıkıcı olanı da, resmin gerçeğin kendisi olduğunu sanmaları ve bunu bütün dünyaya dayatmaya kalkışmaları olmuştu/r.
Resim, -tek- gerçek katına yükseltildiği andan itibaren hayat simülasyona dönüşür; yani sığlaşır, sıradanlaşır, yüzey'den, kabuk'tan, görünüş'ten ibaret hâle gelir. Ve orada araçlar, araçları ele geçiren zorbalar ve kaos hüküm sürer.
Çünkü görünüş, aldatıcıdır: Çıplak'tır; çıplak olduğu için de insanın zihnini kör eder. Çıplak gerçek, salt çıplak göz üretir. Sanat tarihçisi Ernst Gombrich, “çıplak göz, kördür” demişti.
Oysa gerçek, çıplak değildir. Ayrıca görünüş, ayna da değildir; ayna'dan yansıyandır.
İşte Descartes'ın ve “çocukları”nın yanılgısı burada gizli'ydi: Descartes ve ardından gelen Batılılar, ayna'dan yansıyanı görebiliyorlardı sadece ve gördükleri şeyi de hakîkat ilan etmişlerdi bize.
Sonuçta, geldiğimiz noktada, Heidegger'in deyişiyle, görüntü'nün tek gerçek katına yükseltildiği, hayatımızı çerçevelediği, bizi çepeçevre görüntü hapishanesine hapsettiği, en berbat, en çarpık ve en şipşak resim üreticisi medyaların görüntüleri üzerinden kapana kıstırıldığımız ve çareyi bizim de “yok senin resmin yanlış, yok benim resmim doğru” diyerek tam bir çıkmaz sokakta, absürd resimler savaşına soyunmakta bulduğumuz gözleniyor.
Oysa hiç düşünmüyoruz ki, ne resim gerçek, ne de “senin” resmin.
Yusuf kAPLAN
22 Ekim 2008 Çarşamba
SENE BELE N'OLDU YAR
Meni attın aygız aygız ateşe
Beslemektir aşkını daim feşe
Atacaktın meni sevdiğim
Söyle vazgeçim
Doldur aşkı şerbet gibi ver içim
Söyle Söyle sene bele n'oldu yar
Çağırıram gel haralarda galıpsan
Meni terketme yalvarıram yar
Meni atma terketme
Atacaktın meni sevdiğim
Söyle vazgeçim
Doldur aşkı şerbet gibi ver içim
Söyle söyle sene bele n'oldu yar
Gözüm yolda kaldı kaldı aygüzel
Payı oldu yarpaklar oldu hezel
Yollarına baka baka kaldı gözlerim
Sene çatsın yüreğimdeki sözlerim
Söyle söyle sene bele n'oldu yar
Söz : Baba Mirzayev
Meni attın aygız aygız ateşe
Beslemektir aşkını daim feşe
Atacaktın meni sevdiğim
Söyle vazgeçim
Doldur aşkı şerbet gibi ver içim
Söyle Söyle sene bele n'oldu yar
Çağırıram gel haralarda galıpsan
Meni terketme yalvarıram yar
Meni atma terketme
Atacaktın meni sevdiğim
Söyle vazgeçim
Doldur aşkı şerbet gibi ver içim
Söyle söyle sene bele n'oldu yar
Gözüm yolda kaldı kaldı aygüzel
Payı oldu yarpaklar oldu hezel
Yollarına baka baka kaldı gözlerim
Sene çatsın yüreğimdeki sözlerim
Söyle söyle sene bele n'oldu yar
Söz : Baba Mirzayev
Deli kuşla sohbet ettik bu sabah havadan sudan
Bana senden gözlerinden söz etti hiç durmadan
Gözüm sabır çiçeğine takıldı
Gece büyümüş kalktım su verdim
Fısıldadım küçük bir sır verdim
Fısıldadım küçük bir sır verdim
Deli kuşun dedikleri bir bir aklımda
Sarı bir şal almışsın salı pazarında
Gözlerine pek yakışmış
Gözlerinin aradığı yalnız ben olayım
Deli kuşla sohbet ettik bu sabah havadan sudan
Bana senden gözlerinden söz etti hiç durmadan
Biraz susup yüreğini dinledim
Hüzün sarmış sevdim okşadım
Fısıldadım usulca okşadım
Fısıldadım sevdim okşadım
Adalarda çay içmişsiniz birlikte
Dalıp gitmişsin istanbul'a doğru
Gözlerini hüzün sarmış
Gözlerinde hüzün varmış
Gözlerinin aradığı yalnız ben olayım
Vedat Sakman
Bana senden gözlerinden söz etti hiç durmadan
Gözüm sabır çiçeğine takıldı
Gece büyümüş kalktım su verdim
Fısıldadım küçük bir sır verdim
Fısıldadım küçük bir sır verdim
Deli kuşun dedikleri bir bir aklımda
Sarı bir şal almışsın salı pazarında
Gözlerine pek yakışmış
Gözlerinin aradığı yalnız ben olayım
Deli kuşla sohbet ettik bu sabah havadan sudan
Bana senden gözlerinden söz etti hiç durmadan
Biraz susup yüreğini dinledim
Hüzün sarmış sevdim okşadım
Fısıldadım usulca okşadım
Fısıldadım sevdim okşadım
Adalarda çay içmişsiniz birlikte
Dalıp gitmişsin istanbul'a doğru
Gözlerini hüzün sarmış
Gözlerinde hüzün varmış
Gözlerinin aradığı yalnız ben olayım
Vedat Sakman
21 Ekim 2008 Salı
fotoğraftan yazıya

Seni özlemenin ne demek olduğunu sor bana,
Yetmiş iki dilde anlatabilirim..
Kitabını yazabilirim sayfalarca...
Ama hiç kimse Kavuşmanın güzelliğini Sormasın bana, anlatamam...
Ben sana hiç kavuşmadım ki!
Seni özlemenin kitabını yazabilirim.
Anlatabilirim daldaki kuşa, topraktaki solucana.
Yokluğunda yıllardır özlemine dayanmayı öğrendim.
Nasılsa Ustası oldum beklemenin tükenmek pahasına..
Ama hiç kimse kavuşmayı,
İki derenin birbirine karışıp Sarmaş dolaş aktığı yatağın yorgunluğunu Sormasın bana..
Anlatamam...
Çünkü senle ben, ayrı kaynaktan doğmuş sularında hasretleri taşıyan başka denizlere koşan iki ırmağız.
Birbirimize uzak topraklarda tüketirken yılları aynamızda ayrı gökleri yansıtırız. Sen bana yalnızca ve sadece sensizliği sor.
beklemeyi..
Özlemeyi sor.
Allah şahidimdir;
Kurda kuşa, Dağa taşa bile anlatabilirim.
Demem o ki; uzaktaki yakınım:
vuslatlara yabancıyım, ama, seni özlemenin kitabını yazabilirim.
Dost Kalemler
KÜÇÜK MUTLULUKLAR
Küçük derelerdir büyük nehirleri oluşturan
Küçük mutluluklar, küçük, küçücük derelerdir
Büyük nehri ararken üzerinden atladığın
Arkana dönüp de bakmadığın
Küçük mutluluklar
Çıtır çıtır Kızılay simitidir, çayın yanında
Aniden radyoda karşına çıkan şarkı
Kar yağınca tatil olan okul
Başarılı bir rejimin birinci günü
Sokakta sevebildiğin kedi
Yürüyen güvercinin kafası
Tenekedeki fesleğen
Kurumuş çamaşırlar, bir kış ikindisi
Geri gelen elektrik
Babanın hikayeleri
Annenin yemeği
Tamir ettiğin alet
Yeşil tişörtün, yatarken giydiğin
Bir dostun başarısı, neler çektiğini bildiğin
Elini sımsıkı tutan minik el
Dudağında ıslık yürüdüğün yol
Birden çıktığın yolculuk
Sana açılan kapılar
Sana kapıyı açanlar
Hoş gelenler
Hoş buldukların
Yalnız kalabilmek - dilediğinde
Kavuşabilmek - özlediğinde
.
.
.
(Gerisini ve milyonlarca satırı boş bırakıyorum;
kendi küçük mutluluklarını yazman,
bundan da küçücük bir mutluluk duyman dileğiyle...)
düş hekimi yalçın ergir
Küçük derelerdir büyük nehirleri oluşturan
Küçük mutluluklar, küçük, küçücük derelerdir
Büyük nehri ararken üzerinden atladığın
Arkana dönüp de bakmadığın
Küçük mutluluklar
Çıtır çıtır Kızılay simitidir, çayın yanında
Aniden radyoda karşına çıkan şarkı
Kar yağınca tatil olan okul
Başarılı bir rejimin birinci günü
Sokakta sevebildiğin kedi
Yürüyen güvercinin kafası
Tenekedeki fesleğen
Kurumuş çamaşırlar, bir kış ikindisi
Geri gelen elektrik
Babanın hikayeleri
Annenin yemeği
Tamir ettiğin alet
Yeşil tişörtün, yatarken giydiğin
Bir dostun başarısı, neler çektiğini bildiğin
Elini sımsıkı tutan minik el
Dudağında ıslık yürüdüğün yol
Birden çıktığın yolculuk
Sana açılan kapılar
Sana kapıyı açanlar
Hoş gelenler
Hoş buldukların
Yalnız kalabilmek - dilediğinde
Kavuşabilmek - özlediğinde
.
.
.
(Gerisini ve milyonlarca satırı boş bırakıyorum;
kendi küçük mutluluklarını yazman,
bundan da küçücük bir mutluluk duyman dileğiyle...)
düş hekimi yalçın ergir
17 Ekim 2008 Cuma
Dost Kalemler
MEVLEVİLİKTE iLETİŞİM
Rukiye Karaköse (Psikolojik Danışman)
Mevlevî’ye göre her şeyin canı vardır ve insana hizmet eden her şeye insan da saygı göstermeye mecburdur.
Bugün insan ilişkilerinde bize psikoloji bilimi yol gösteriyor. Adı güya “ruh bilimi” olan ve ruhu, laboratuara sokamadığı için kabul etmeyen psikoloji. İnsanlarla nasıl ilişki kuracağımızı, nasıl konuşmamız selamlaşmamız gerektiğini anlatan yığınla kitap var. Özellikle iş dünyası söz konusu olduğunda çok daha profesyonel bir yaklaşımla “iletişim teknikleri”, “beden dili kullanımı” gibi hususlarda bilgilenmeye çalışıyor ve insanlarla ilişkilerimizi bu “teknik” bilgilere göre düzenliyoruz.
Bütün bu çabalara rağmen yüzlerce yıl önce bu topraklarda sufi nefesiyle doğmuş olan Mevlevî kültürünün iletişimdeki yaklaşımı, doğrusu bu gün bile yakalanamamıştır. Ayrıca bu âdab ve erkân sadece şık bir alışkanlıktan ibaret olmayıp arka planında insanın evrene bakış açısını şekillendiren müthiş bir zarafete sahiptir.
Mevlevî"ye göre her şeyin canı vardır ve insana hizmet eden her şeye insan da saygı göstermeye mecburdur. Mevlevî camide namaza kalkarken yere kapanıp secde yerini öper, yani secde yeriyle "görüşür". Namaz bittikten sonra gene secde yeriyle görüşüp kalkar. Yatarken önce yastıkla görüşüp yatar, sonra yorganını üstüne çekerken onunla görüşür yani ucunu öper. Su, kahve, çay içeceği vakit bardağı, fincanı yahut kadehi öper, onunla görüşür, adeta kullanmak için iznini alır.
Mevlevî, ayıp ve kusur görmemeye, göstermemeye borçludur. (Bu onun var oluş ve algılayış biçimidir.) Bu yüzden kahvesini yahut çayını içince, kirli fincanı “niyaz ederek” yani onunla görüşüp öperek bir yana gizler. Kadehleri toplayan derviş gelince, oturana "baş keser" yani başıyla selam verir. Oturan da sol eliyle fincanın yahut kadehin üstünü örter ve görüşüp, hizmet eden "can"a sunar. O da aynı eliyle fincan veya kadehin üstünü örtüp görüşerek alır, götürür.
Okumak üzere herhangi bir kitabı alınca kitapla görüşür; okuduktan sonra yerine yine görüşerek hafifçe yani atmadan, incitmeden koyar. Tesbihi görüşerek alır, çektikten sonra gene görüşerek usulca yerine bırakır. Bu her şey hakkında geçerlidir. Hatta sigara ağızlığı vesaire gibi öpülmesi mahzurlu bir şey kendisinden istenirse, verirken onu öpüyormuş gibi ağzına götürür ve kendi şehadet parmağını öperek verir, alan da o tarzda alır.
Ayrıca Mevlevîlerin birbirlerinin ellerini aynı zamanda öpmelerine de "görüşmek" denir. Mevlevilikte insan ve insanlık vardır; büyüklük, küçüklük yoktur. Mevlevî ihvanından (derviş kardeşlerinden) birine rastlayınca, iki eliyle onun sağ elini tutar. O da iki eliyle diğerinin sağ elini kavrar, biraz birbirlerine eğilirler. Aynı zamanda birbirlerinin ellerini öperler. Böylece yaş, mevki, bilgi gibi eğreti şeyler itibara alınmaksızın her iki can birbirini kutlamış olur.
Aşk olsun…
Mevlevilikte, her şeye cezbe ve aşkla ulaşıldığı kanaati vardır. “Aşk olmayınca meşk olmaz” atasözü, Mevlevî"nin her işinde kılavuzudur. Bu bakımdan “aşk olsun” sözü birçok yerde kullanılır:
Dergâha yahut birinin evine giden bir Mevlevî oturunca, ev sahibi Mevlevî"ye “aşk olsun” der. Mevlevî buna karşılık "niyaz secdesi" eder, yani oturduğu yerde ellerini yere koyup yeri öper.
Su, çay, şerbet gibi bir şey içen kişiye “aşk olsun” denir, o da “eyvallah” sözüyle başıyla selam verir.
Yemek yiyene de aynı söz kullanılır. “Aşkolsun” sözüne karşılık “aşkın cemâl olsun” denmesi, bu söze muhatap olanın “cemâlin nûr olsun” demesi, buna karşılık da “nûrun alâ nûr olsun” karşılığını alması da Bektâşî meşrepli Mevlevîlerde vardır.
“Aşk olsun” demeye “aşk vermek”, bu söze muhatap olmaya da “aşk almak” denir. Meselâ bir yere gidip hatır sormak ve alınan cevap esnasındaki diyalog anlatılırken, “filan zâta gittik; aşk verdiler, aşk aldık” şeklinde ifade edilir.
Mevlevîlikte insanı sevmek, Hakkı sevmektir. Gönüller sultânı Mevlana şöyle çağırır insanoğlunu: “Gel, gel de birbirimizin kadrini kıymetini bilelim. Çünkü belli olmaz, birbirimizden ansızın ayrılabiliriz. Madem ki peygamber "Mümin, müminin aynasıdır" buyurdu, ne diye aynadan yüz çeviriyoruz?”
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan,
Halka müderris olsa, hakikatte asidir” diyor Yûnus…
İnsana, evrene bakış açımız bu gönül ikliminden biraz olsun nasiplendiğinde, iletişimi de öğreneceğiz, kendi içimizdeki sırrı da…
Rukiye Karaköse (Psikolojik Danışman)
Mevlevî’ye göre her şeyin canı vardır ve insana hizmet eden her şeye insan da saygı göstermeye mecburdur.
Bugün insan ilişkilerinde bize psikoloji bilimi yol gösteriyor. Adı güya “ruh bilimi” olan ve ruhu, laboratuara sokamadığı için kabul etmeyen psikoloji. İnsanlarla nasıl ilişki kuracağımızı, nasıl konuşmamız selamlaşmamız gerektiğini anlatan yığınla kitap var. Özellikle iş dünyası söz konusu olduğunda çok daha profesyonel bir yaklaşımla “iletişim teknikleri”, “beden dili kullanımı” gibi hususlarda bilgilenmeye çalışıyor ve insanlarla ilişkilerimizi bu “teknik” bilgilere göre düzenliyoruz.
Bütün bu çabalara rağmen yüzlerce yıl önce bu topraklarda sufi nefesiyle doğmuş olan Mevlevî kültürünün iletişimdeki yaklaşımı, doğrusu bu gün bile yakalanamamıştır. Ayrıca bu âdab ve erkân sadece şık bir alışkanlıktan ibaret olmayıp arka planında insanın evrene bakış açısını şekillendiren müthiş bir zarafete sahiptir.
Mevlevî"ye göre her şeyin canı vardır ve insana hizmet eden her şeye insan da saygı göstermeye mecburdur. Mevlevî camide namaza kalkarken yere kapanıp secde yerini öper, yani secde yeriyle "görüşür". Namaz bittikten sonra gene secde yeriyle görüşüp kalkar. Yatarken önce yastıkla görüşüp yatar, sonra yorganını üstüne çekerken onunla görüşür yani ucunu öper. Su, kahve, çay içeceği vakit bardağı, fincanı yahut kadehi öper, onunla görüşür, adeta kullanmak için iznini alır.
Mevlevî, ayıp ve kusur görmemeye, göstermemeye borçludur. (Bu onun var oluş ve algılayış biçimidir.) Bu yüzden kahvesini yahut çayını içince, kirli fincanı “niyaz ederek” yani onunla görüşüp öperek bir yana gizler. Kadehleri toplayan derviş gelince, oturana "baş keser" yani başıyla selam verir. Oturan da sol eliyle fincanın yahut kadehin üstünü örter ve görüşüp, hizmet eden "can"a sunar. O da aynı eliyle fincan veya kadehin üstünü örtüp görüşerek alır, götürür.
Okumak üzere herhangi bir kitabı alınca kitapla görüşür; okuduktan sonra yerine yine görüşerek hafifçe yani atmadan, incitmeden koyar. Tesbihi görüşerek alır, çektikten sonra gene görüşerek usulca yerine bırakır. Bu her şey hakkında geçerlidir. Hatta sigara ağızlığı vesaire gibi öpülmesi mahzurlu bir şey kendisinden istenirse, verirken onu öpüyormuş gibi ağzına götürür ve kendi şehadet parmağını öperek verir, alan da o tarzda alır.
Ayrıca Mevlevîlerin birbirlerinin ellerini aynı zamanda öpmelerine de "görüşmek" denir. Mevlevilikte insan ve insanlık vardır; büyüklük, küçüklük yoktur. Mevlevî ihvanından (derviş kardeşlerinden) birine rastlayınca, iki eliyle onun sağ elini tutar. O da iki eliyle diğerinin sağ elini kavrar, biraz birbirlerine eğilirler. Aynı zamanda birbirlerinin ellerini öperler. Böylece yaş, mevki, bilgi gibi eğreti şeyler itibara alınmaksızın her iki can birbirini kutlamış olur.
Aşk olsun…
Mevlevilikte, her şeye cezbe ve aşkla ulaşıldığı kanaati vardır. “Aşk olmayınca meşk olmaz” atasözü, Mevlevî"nin her işinde kılavuzudur. Bu bakımdan “aşk olsun” sözü birçok yerde kullanılır:
Dergâha yahut birinin evine giden bir Mevlevî oturunca, ev sahibi Mevlevî"ye “aşk olsun” der. Mevlevî buna karşılık "niyaz secdesi" eder, yani oturduğu yerde ellerini yere koyup yeri öper.
Su, çay, şerbet gibi bir şey içen kişiye “aşk olsun” denir, o da “eyvallah” sözüyle başıyla selam verir.
Yemek yiyene de aynı söz kullanılır. “Aşkolsun” sözüne karşılık “aşkın cemâl olsun” denmesi, bu söze muhatap olanın “cemâlin nûr olsun” demesi, buna karşılık da “nûrun alâ nûr olsun” karşılığını alması da Bektâşî meşrepli Mevlevîlerde vardır.
“Aşk olsun” demeye “aşk vermek”, bu söze muhatap olmaya da “aşk almak” denir. Meselâ bir yere gidip hatır sormak ve alınan cevap esnasındaki diyalog anlatılırken, “filan zâta gittik; aşk verdiler, aşk aldık” şeklinde ifade edilir.
Mevlevîlikte insanı sevmek, Hakkı sevmektir. Gönüller sultânı Mevlana şöyle çağırır insanoğlunu: “Gel, gel de birbirimizin kadrini kıymetini bilelim. Çünkü belli olmaz, birbirimizden ansızın ayrılabiliriz. Madem ki peygamber "Mümin, müminin aynasıdır" buyurdu, ne diye aynadan yüz çeviriyoruz?”
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan,
Halka müderris olsa, hakikatte asidir” diyor Yûnus…
İnsana, evrene bakış açımız bu gönül ikliminden biraz olsun nasiplendiğinde, iletişimi de öğreneceğiz, kendi içimizdeki sırrı da…
16 Ekim 2008 Perşembe
Ustalara Saygıyla
Düş bir yaş dalından düşerse,
nereye düşer hiç düşündünüz mü?
Kim demiş düşler sadece
gece yattığımızda aklımıza düşer diye…
Bu günlerde
günün her saati düş görmek
serbest.
Sevgilinle çimlerde uzanırken,
sokakta yürürken,
kantinde sıra beklerken,
kendi gazeteni satarken,
müzik dinlerken,
ya da
en “tuhafı” okul yolunda ilerlerken…
Okul yolunda düş mü olurmuş demeyin,
öyle bir olur ki…
Hele de sizin düşünüz
başkalarının gerçeğine
aykırı ise…
"Öyle bir düş olsun ki...
Zilleri çaldığında düşlerinin
Sınıfların kapıları ardına kadar açık
Gökyüzünün, denizin, toprağın, hayalle,
Emeğin..." (Can Yücel)
nereye düşer hiç düşündünüz mü?
Kim demiş düşler sadece
gece yattığımızda aklımıza düşer diye…
Bu günlerde
günün her saati düş görmek
serbest.
Sevgilinle çimlerde uzanırken,
sokakta yürürken,
kantinde sıra beklerken,
kendi gazeteni satarken,
müzik dinlerken,
ya da
en “tuhafı” okul yolunda ilerlerken…
Okul yolunda düş mü olurmuş demeyin,
öyle bir olur ki…
Hele de sizin düşünüz
başkalarının gerçeğine
aykırı ise…
"Öyle bir düş olsun ki...
Zilleri çaldığında düşlerinin
Sınıfların kapıları ardına kadar açık
Gökyüzünün, denizin, toprağın, hayalle,
Emeğin..." (Can Yücel)
10 Ekim 2008 Cuma
Etkinlikler
8 Ekim 2008 Çarşamba

XVIII. yüzyılın ünlü şairi Şeyh Galib, belki de bütün divan şiiri macerası boyunca ateşten en çok bahseden ve aşkı bir ateş ile izaha çalışan yegane adamdır. Bir yandan İstanbul ufuklarını yalayıp yok eden yangınlar görmüş, diğer yandan Mevlana`nın aşkı izah ederken özetle söylediği `Hamdım, piştim, yandım` vetiresinden ilham almış ve sonuçta tasavvufi düşüncelerini ateş ve yanma üzerine teksif ile söylediği beyitleri de alev alev tutuşturmuş, okuyucunun yüreğini de yakmıştır. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk`ta Beni Mahabbet(Sevgioğulları) obasını tavsif ederken, Giydikleri afitab-ı temmuz İçtikleri şu`le-i cihan-suz Erzakları bela-yı nagah Ateş yağar üstlerine her gah diyecek derecede ateş ile ünsiyet peyda etmiştir. Dediğine göre o kabilede herkes `Temmuz güneşini giyerler, cihanı yakan ateşi içerler. Erzakları apansız geliveren belalardan ibaret ve üzerlerine her an ateşler yağmakta...` Galib Dede ve Efendim dediği Mevlana`ya göre neydeki yanık nağmeler aslında birer hava değil ateştir ve o ateşi tadmayanlar aşktan behremend olamazlar. Aşk ateşi, kalpte hararetin artmasıyla tutuşan ve insanın bütün benliğini yangınlara veren değerli bir varlıktır ve gönlünde bu ateşi taşımayanlar hiç yaşamamış sayılsalar yeridir. Nitekim tasavvufa göre insan ateşin sınavından geçerek arılık kazanır ve aslı nur olan melekler derecesine ancak ateşten sonra yükselir. Ateş, evrenin kurucu unsurlarından (anasır-ı erbaa) biri, belki birincisidir. Toprak, hava ve su aslında ateşi de içeren, yahut ateş ile değişen ögelerdir. Bu yüzden tabiatta hızla değişen pek çok şey ateş kullanılarak dönüştürülür, yahut ateş ile terbiye edilir. Sanayide kağıttan kumaşa, çelikten kuartza kadar hemen her alanda ateş tam bir dönüştürücü ve terbiyeci olarak görülür. Havayı, suyu ve topraktaki maddeleri değiştiren de hep ateştir. Demiri işlemek de, yemeği pişirmek de ateş iledir. Ateşin maddeleri ayrıştırması veya hall ü hamur etmesi özelliği onu yüksek mertebelere çıkarır. Nitekim insanın maddesi ile manasını da birbirinden ateştir ayıran. Yine ateştir ki insanı acılar, ayrılıklar ve azablarla harmanlayıp pişirebilir. Sonuçta kirlerinden arınan insan İlahi tecellilere hazır hale gelir. Bu halin devamında insan semenderleşir ve ateşte yanmaz olur, belki ateş onun için bir lezzete dönüşür. Değil mi ki bütün azabların sonunda lezzete çıkan bir kapı bulunur... Ateş, şeytanın yaratıldığı madde olmak bakımından da insan nefsinin imrendiği bir varlıktır. O yüzdendir ki ham insan şeytani konulara daha fazla meyleder, ama aşk ateşi ile yandıkça varlığındaki ateş ihtiyacını giderir ve Rahmani`liğe yönelir, insan-ı kamil olur. Bu bakımdan ateş mahremdir, kalbimizde yaşar. Gizlidir, çünkü maddenin içinde ya potansiyel olarak veya cevher olarak mevcuttur. Alevleriyle oynamak isteyenlerden mutlak itaat ister, yaktıkça acı verir ama sonuçta mürebbiyeliğini de icra eder. Allah`ın Celal ve Cemal sıfatları gibi. Cehennemin ateş fikriyle izahı belki de ateşin temizleyiciliği üzerine bina edilmiş bir düşüncenin sonucudur. Mademki kirli olanlar cennete giremez, o halde Allah da kullarını kirlerinden arıtmak için cehennemi yaratmıştır. İbrahim`e karşı serin ve selamet olan (yani içinde yakmama vasfı da gizli olan) ateş, elbette O`nun emrine itaat için yakar ve bu yanış aşkın gereği bir yanış ise kişi dünyada cenneti yaşar. Çünkü ateşin yandığı yer gönüldür ve şamanın ateşe tutkusu da, zerdüştün ateşi kavramak isteyişi de aslında gönlü ele geçirme gayretinden öte değildir. Gönül ki içinde ateş yanar, sakın onu avuç içi kadar yürek ile ölçüp bir kandil sanmayınız... Gönül ki bir ülkedir ve yangın bir uçtan bir uca bütün kentleri yalayıp yutmaktadır. İsterseniz bu yazıyı bir de ateş denizlerini gözünüzün önünden ayırmayarak okuyunuz; ta ki kendi yangınınızı ve ateşinizin cesametini görebilesiniz. KIRK ÇEŞME Kanuni Sultan Süleyman, şehri kavuran ateşlere bakıp da Kağıthane arkalarında gördüğü suları şehre getirtmek için Mimar Sinan`a sorduğunda Sinan usta, - Çok pahalı bir iş hünkarım, ama iki yolu var, demişti. Ya halkı seferber edeceksiniz, ya da hazineden masrafı esirgemeyeceksiniz. Padişah masrafın ne kadar olduğunu sorunca da, - Hünkarım, su on bir saatlik menzildedir, akçe keselerini uç uca dizerseniz şehre gelmesi mümkündür, cevabını verdi. Kanuni bu cevabı abartılı bulmadı, bilakis gülümseyerek karşıladı: - Hazinemden keseleri teker teker değil, çifter çifter dizeceğim, var işe başla. Mimar Sinan, bu inşaatta tam dokuz yıl çalıştı ve yaptığı bendlerden şehirde tam kırk çeşmeden su akıttı. BERCESTE Gül ateş gülbün ateş gülşen ateş cuybar ateş Semender-tıynetan-ı aşka bestir lalezar ateş Şeyh Galib Gül de, gül fidanı da, gül bahçesi de ve hatta o bahçeden akan ırmak da ateş kesilmiş yanıyor. Aşkın semender yaratılışlı erleri (aşıklar) için, zaten ateş de bir lale bahçesi olarak yeter...
fotoğraftan yazıya
Dost Kalemler
Geleceğin aydınlık , huzur ve mutluluk süreci ideal insanın yetiştirilmesi, erdemli toplumun hazırlanmasıyla başlar.Üç zamanı kuşatan bir anlam atmosferinde, çağın teknolojik gelişmeleriyle bağlantılı, manevi ve ahlaki değerleri önde tutan, Allah inancını ihmal etmeyen bir anlayışla alınacak tedbirlerle,bu yönde geliştirilecek sistemlerle;sevgi,saygı,kardeşlik duygusu gelişir,adalet ülküsü olgunlaşır,kalkınma olgusu ivme kazanır.Problemin,tıkanıklığın,yanlışlığın sebebi büyük ölçüde bu tedbirsizliktedir.Duyarlılık,samimiyet,ciddiyet ve gayret sevgi patlamasına dönüşen birliktelik,çalışma ve netice alma geleceği garantiler.Bunlarında temelinde iman vardır.Dinamizmin kaynağı inançtır çünkü.
Erdemli toplum,ideal insan...Yaradılış esasının temiz modeli,gönül eri,hizmet ehli dost insanlardır ideal insan.Gönül sitesini kuracak,medeniyetimizin taşıyıcısı,gül mevsiminin yani erdemli toplumun manevi mimarları,ustaları büyük atılımların işçileri...Fert fert asalet ve tevazu abidesi,toplum toplum gül bahçesi gibi.Bu toplulukta ilim,sanat ve edebiyat bütün canlılığıyla hayata hakimdir.madde ile mana arasında olgun bir münasebetin devamlılığı,dua ve ibadetin eksilmeyen bir ihlası vardır.Mutlak gerçeğin aydınlık iklimine birlikte ermenin duyarlılığı vardır.Bu duyarlılık,bu ruh;dünü,bugünü ve geleceği ihata eden hayatı,ölümü ve ötesini gösteren bir perspektiftir.Çünkü insanı Allah yarattı ve O’na dönecektir.Öz yurdu ahrettir insanın.İdeal insanı,erdemli toplumu hazırlayan temel düşünce budur.Başka doktrin ve ideoloji öne sürenler haksızlık,zulüm ve ölüm getirmişlerdir.İzmleri tarihin çöplüğünde aramaya çalışanlar da yanıldıklarını göreceklerdir.Bu anlaşıldığı gün dünya üzerindeki kabus , umutsuzluk ve karamsarlık bulutları kalkacak, ümit ve sevinç parlaması çağı saracaktır.
Zaten çile döneminden geçilmeden erdemli toplumlar nasıl oluşacak ki? Bu oluşumun zafer muştusunu insanlık alacaktır bir gün.İdeal insan, erdemli toplum geçmişlerde de yaşanmıştır.İdeal bilgide temel olarak düşünceyi alan, erişilmesi güç yüce değerlere ulaşılmayı hedef sayan bir ülkü olarak kabul edilirse de “ideal insan” tanımlamamız şartlanmışlığı, peşin hükümlülüğü aşmak için kullanılmış bir kelimedir.
Erdem; ilim, irfan ve iman itibariyle üstün meziyetleri ifade eden yüksek bir derecedir.Erdemli toplum bu yüce değerleri yaşam tarzına sokmuş , huzur ve mutluluğu sağlamış gül topluluğudur.alıntı
Erdemli toplum,ideal insan...Yaradılış esasının temiz modeli,gönül eri,hizmet ehli dost insanlardır ideal insan.Gönül sitesini kuracak,medeniyetimizin taşıyıcısı,gül mevsiminin yani erdemli toplumun manevi mimarları,ustaları büyük atılımların işçileri...Fert fert asalet ve tevazu abidesi,toplum toplum gül bahçesi gibi.Bu toplulukta ilim,sanat ve edebiyat bütün canlılığıyla hayata hakimdir.madde ile mana arasında olgun bir münasebetin devamlılığı,dua ve ibadetin eksilmeyen bir ihlası vardır.Mutlak gerçeğin aydınlık iklimine birlikte ermenin duyarlılığı vardır.Bu duyarlılık,bu ruh;dünü,bugünü ve geleceği ihata eden hayatı,ölümü ve ötesini gösteren bir perspektiftir.Çünkü insanı Allah yarattı ve O’na dönecektir.Öz yurdu ahrettir insanın.İdeal insanı,erdemli toplumu hazırlayan temel düşünce budur.Başka doktrin ve ideoloji öne sürenler haksızlık,zulüm ve ölüm getirmişlerdir.İzmleri tarihin çöplüğünde aramaya çalışanlar da yanıldıklarını göreceklerdir.Bu anlaşıldığı gün dünya üzerindeki kabus , umutsuzluk ve karamsarlık bulutları kalkacak, ümit ve sevinç parlaması çağı saracaktır.
Zaten çile döneminden geçilmeden erdemli toplumlar nasıl oluşacak ki? Bu oluşumun zafer muştusunu insanlık alacaktır bir gün.İdeal insan, erdemli toplum geçmişlerde de yaşanmıştır.İdeal bilgide temel olarak düşünceyi alan, erişilmesi güç yüce değerlere ulaşılmayı hedef sayan bir ülkü olarak kabul edilirse de “ideal insan” tanımlamamız şartlanmışlığı, peşin hükümlülüğü aşmak için kullanılmış bir kelimedir.
Erdem; ilim, irfan ve iman itibariyle üstün meziyetleri ifade eden yüksek bir derecedir.Erdemli toplum bu yüce değerleri yaşam tarzına sokmuş , huzur ve mutluluğu sağlamış gül topluluğudur.alıntı
Ustalara saygıyla
“GÜL MUŞTUSU”
....................................
Dicleyle Fırat arasında
bir eski şehir cennet titremesi
sarı güller çevirmiş dört yanını
yabancı bir şehir gibi
kırmızı güller yerli
kuzuların doğması nasıl beklenirse o ülkede
güllerin açılması da öyle beklenir gün doğmadan önce..
................................
Dicleyle Fırat arasında
İpekten sedirlerinde Kur’an okunan
Açık pencerelerinden gül dolan
Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış
Bir şehir bir eski kanatlar ülkesi...
.............................
batısına Fıratı alıp
doğusuna dicleyi
bir diriliş suru gibi saklayarak geleceklere
kurumuş bir su yatağı gibi kaynayan
üzeyr deresini
bir kutlu yaprak gibi
doğuda sallayarak
zülküfül tepesini
göğsünü vakte geren yoksul ülke
zenginliği baharda çobanların kavalllarında çocukların türküleribde
iğde kokularında üzüm asmalarında güllerde
zengindir bu ülke her şeyden önce
kırk yıl öteye gitseler de
bu yerliler
gül açar gül kapanır boyuna gönüllerinde
yaşlısıtla genciyle
gül taşırlar dünyanın bütün ülkelerine bir tek denizle avunurum o ülkesiz
deniz ki gelip çarpınca karaya
sanki bembeyaz güller açar dudaklarında
güneş ki doğuda ay ki gökyüzünde
bir işarettir bana
unutmamak için o ülkeyi
develer çölde neyse geceleri
ben de öyle saklarım anılarımda o ülkeyi
bir kere daha doğsam orda doğarım elbet
batsam orda batmak isterim
bir güneş gibi...
Sezai KARAKOÇ
....................................
Dicleyle Fırat arasında
bir eski şehir cennet titremesi
sarı güller çevirmiş dört yanını
yabancı bir şehir gibi
kırmızı güller yerli
kuzuların doğması nasıl beklenirse o ülkede
güllerin açılması da öyle beklenir gün doğmadan önce..
................................
Dicleyle Fırat arasında
İpekten sedirlerinde Kur’an okunan
Açık pencerelerinden gül dolan
Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış
Bir şehir bir eski kanatlar ülkesi...
.............................
batısına Fıratı alıp
doğusuna dicleyi
bir diriliş suru gibi saklayarak geleceklere
kurumuş bir su yatağı gibi kaynayan
üzeyr deresini
bir kutlu yaprak gibi
doğuda sallayarak
zülküfül tepesini
göğsünü vakte geren yoksul ülke
zenginliği baharda çobanların kavalllarında çocukların türküleribde
iğde kokularında üzüm asmalarında güllerde
zengindir bu ülke her şeyden önce
kırk yıl öteye gitseler de
bu yerliler
gül açar gül kapanır boyuna gönüllerinde
yaşlısıtla genciyle
gül taşırlar dünyanın bütün ülkelerine bir tek denizle avunurum o ülkesiz
deniz ki gelip çarpınca karaya
sanki bembeyaz güller açar dudaklarında
güneş ki doğuda ay ki gökyüzünde
bir işarettir bana
unutmamak için o ülkeyi
develer çölde neyse geceleri
ben de öyle saklarım anılarımda o ülkeyi
bir kere daha doğsam orda doğarım elbet
batsam orda batmak isterim
bir güneş gibi...
Sezai KARAKOÇ
Dost Kalemler
Kelimeler kalpten akan katrelerin kabı…
Kalpte ne varsa o damlar ve tekrar ait olduğu yere döner damlalar...
Kimliğin kilididir kelimeler…
Kibar kalpten kelamın kibarı damlar, kem kalpten de kem kelime…
Boş değildir kelimeler, boş olanlar bile bir boşluğu ifade eder…
Hiçbir kelime de boşlukta kalmaz, bir kalbe konuk olur…
Keder kelimeleri kederliler kapar, kimsesizlerinkini kimsesizler tutar, sevinçliler sevinçlileri sevindirir…
Yaslıları yaslandırır yaslı kelimeler…
Hikmetin kabı, mananın kılıfıdır kelimeler…
Mana denizi kabardığında kelime dalgasıyla vurur yürek sahillere…
Sahile değişik şekiller verir bazen nazlı, bazen hırçın vuran dalgalar…
Engin denizlere yelken açmak da kelime teknelerine binmekle olur…
Denizle sahil arasında gelgitleri oynar kelimeler…
Kimse kaçamaz kader kelimelerden ve kader olan kelimelerinden…
Kem bir kelime kendinin yazdığı yazgıdır ve tekrar sahibine yansır…
Hased hasisliktir, sahibini yakar… Gıybet kendini dişlemektir…
Zan zulmü, zamansız yakalar kişiyi…
Kelime varsa bir kalem vardır…
Bir kelimedir kâinat…
Kâinatı "Kün" ile yazan kader kalemi, her bir kalbe de ayrı bir imza atmış, her ömre farklı bir yazgı yazmıştır…
Motif motif çizmiştir "an"ları, desen desen yapmıştır yolları…
Kün kaleminin ucundaki zerrelerle yazılmıştır kâinat…
Galaksilerin kavislerinden, kelebeklerin kanatlarına aynı mühür konmuştur; "Vav"…
Aynı kalem kalbin göz bebeğinden göğün göğsüne bir çizgi çekmiştir; "Elif"…
Ve insan her bir şeyde "Hu" yu okusun diye yaratılmıştır.
Kâinata ve kalbe yazılanlara iyi okumak güzelliklerle bezenmektir…
Kem kelimelerle kirletmez kalbini…
Hikmet konuşmak varken gıybet etmez, tefekkür ederken hasislik düşünmez, güzelliklere nazar ederken zanna zamanı kalmaz…
Hayatıyla bir "Elif" yazar, "Vav" vuslatıyla yürür, yüreği "Hu" okur..(alıntı)
Kalpte ne varsa o damlar ve tekrar ait olduğu yere döner damlalar...
Kimliğin kilididir kelimeler…
Kibar kalpten kelamın kibarı damlar, kem kalpten de kem kelime…
Boş değildir kelimeler, boş olanlar bile bir boşluğu ifade eder…
Hiçbir kelime de boşlukta kalmaz, bir kalbe konuk olur…
Keder kelimeleri kederliler kapar, kimsesizlerinkini kimsesizler tutar, sevinçliler sevinçlileri sevindirir…
Yaslıları yaslandırır yaslı kelimeler…
Hikmetin kabı, mananın kılıfıdır kelimeler…
Mana denizi kabardığında kelime dalgasıyla vurur yürek sahillere…
Sahile değişik şekiller verir bazen nazlı, bazen hırçın vuran dalgalar…
Engin denizlere yelken açmak da kelime teknelerine binmekle olur…
Denizle sahil arasında gelgitleri oynar kelimeler…
Kimse kaçamaz kader kelimelerden ve kader olan kelimelerinden…
Kem bir kelime kendinin yazdığı yazgıdır ve tekrar sahibine yansır…
Hased hasisliktir, sahibini yakar… Gıybet kendini dişlemektir…
Zan zulmü, zamansız yakalar kişiyi…
Kelime varsa bir kalem vardır…
Bir kelimedir kâinat…
Kâinatı "Kün" ile yazan kader kalemi, her bir kalbe de ayrı bir imza atmış, her ömre farklı bir yazgı yazmıştır…
Motif motif çizmiştir "an"ları, desen desen yapmıştır yolları…
Kün kaleminin ucundaki zerrelerle yazılmıştır kâinat…
Galaksilerin kavislerinden, kelebeklerin kanatlarına aynı mühür konmuştur; "Vav"…
Aynı kalem kalbin göz bebeğinden göğün göğsüne bir çizgi çekmiştir; "Elif"…
Ve insan her bir şeyde "Hu" yu okusun diye yaratılmıştır.
Kâinata ve kalbe yazılanlara iyi okumak güzelliklerle bezenmektir…
Kem kelimelerle kirletmez kalbini…
Hikmet konuşmak varken gıybet etmez, tefekkür ederken hasislik düşünmez, güzelliklere nazar ederken zanna zamanı kalmaz…
Hayatıyla bir "Elif" yazar, "Vav" vuslatıyla yürür, yüreği "Hu" okur..(alıntı)
6 Ekim 2008 Pazartesi
4 Ekim 2008 Cumartesi
fotoğraftan yazıya

Kapalı kapılar var hayatımızda..
Nicedir açmadığımız, bilerek kapattığımız, üstüne kör bir kilit vurduğumuz kapılar..
Bazen açmaya korktuğumuz, bazen ardındakilerle yüzleşmekten çekindiğimiz kapılar..
Eski bir dostluk bazen, eskiden yapıp ettiklerimiz bazen..
Eski “biz”, eskimeyen izlerimiz..
Kapıların ardında kalan..Hayatımızdan uzak durmasını istediklerimiz.
Cesaretimizdir bu bazen, bazen yenilgimiz..Bazen hayretimiz, bazen isteklerimiz.
Ne çok kapıyı kapattık dostlar, ne çok kapı kapandı yüzümüze.
Nasıl kapılar açıldı, kapattıklarımızın yerine?...
Masumiyeti, insafı kapatan insanlar gördüm, üzerlerine kör bir kilit taktıklarını..Anahtarlarını da dipsiz kuyuya attıklarını..
Nice erdemin üzerine kapatılan kapıların yerine, ardına kadar zevk-ü sefanın ışıltılı kapılarının açıldığına şahit oldu bu yeryüzü..
Kendisini sevenlerin üzerine kapılar çarptı yeryüzünde kimileri..
Kimileri kendini gelip geçici “dünya”ya kapattı..
Dünya, sadece kendisi için yaşayanlara en büyük kapalı kapı oldu.
..
Kapattık bazı kapıları dostlar…kör bir kilit vurduk üzerlerine..
Şimdi açılırlar mı yeniden, en tılsımlı sözleri söylesek?..
Yahut yeni kapılar açsak, kaybettiklerimizin peşine düşsek..
Kör kilitli kapıları açmak gerek dostlar..Biraz cesaret gerek belki..
Gerçeklerle yüzleşmeye cesaret, gerçekleri kabullenmeye cesaret..
Ve gayret, ve gayret…
Alıntı
yurdumdan

Van'da halı sarayına giriş kapısı
Van' da alışveriş etkinliklerinin merkezini, turistik, hatıra eşya alım-satımları oluşturur. Özellikle dünyaca ünlü olan Van ve çevresinde dokunan kilimler büyük ilgi görmektedir. Turizm mevsimi ile beraber her türlü halı - kilim ve el sanatları, süs eşyaları şehir merkezindeki halı ve kilim galerinden satın alınabilir.
GÖNÜLLER BULUŞTU

genç sosyolog Sümeyra ve arkadaşları ile yaz dönemi istişare toplantısı sonrası
insan hayatında gençlik çok önemli bir dönemdir. Çünkü insan, hayatını çoğunlukla bu dönemde öğrendiği bilgiler vasıtasıyla şekillendirir. İşte bu yüzden gençlik, çok kritik ve önemli bir dönemdir. Bu dönemin ihmal edilmesi ve iyi değerlendirilmemesi daha sonraki dönemlerin sıkıntılı geçmesine sebep olabilir.
Gençler, bir milletin geleceğini şekillendirmektedirler. Geleceğinin aydınlık olmasını isteyen milletler, gençlerini iyi yetiştirmek zorundadır.
1 Ekim 2008 Çarşamba
Sevgi katılmış lezzetler

Her kahve aynı tadı taşımaz...
Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona gore degişir...
Sahilde oturduğun rüzgarlı bir sonbahar günü, en sevdiğin dostun ağlarken içtigin kahvenin tadı kederlidir...
Kahve telvesine yüreginin acısı karışır.
Bir pazar öğle sonrası annenin "hadi bir kahve yap da içelim" dediği kahve huzurludur... Köpükler annenin göz bebeklerine yansır... Dudağının kıyısında kalan küçük bir gülümsemedir...
Bir gece vakti zil zurna sarhoş birinin içtiği kahve düşülen kuyudan çıkma çabasıdır... Koyu kıvamlı kahverengi bir ipe tutunur çıkarsın..çıktığın an uyuyakalırsın... ferahlıktır!!!
Dostlarla içilen kahve neşedir... Kahkahalar köpüklerin üzerinde yüzer...
Tek başına gece vakti balkonda içtiğin kahve yalnızlıktır... Acıdır tadı...
Ama garip de bir keyfi, lezzeti vardır...
Baban için yaptığın kahve sevgi doludur...
Çay bardağında, az şekerli... Kahve gibi görünmez sana...
Ama sıcaktır dumanı tüter ve kokusu büyülüdür...
Beklemediğin bir anda sana uzatılan kahve başkadır... Isıtır insanın içini...
Yorgun olduğunda içtiğin kahve hafifletir seni...
Kendine getirir, unutturur günün ağırlığını...
Kahve aynı kahvedir belki...
Köpüğüyle, rengiyle, dumanıyla aynı kahvedir ama içilen kahveler
ruhunun süzgecinden geçer ve tatları değişir...
Her kahve aynı değildir bu yüzden...
http://huzn-usonbahar.blogspot.com/ alıntıdır
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)