31 Temmuz 2008 Perşembe

Seyahatname

Bir gün Van'a yolunuz düşerse seçmekte zorlanacağız desen ve renkteki kumaşlardan almadan dönmeyin.

Seyahatname

Van balı kaliteli, üretim sıkıntılı
Bal üretimiyle ilgili istatistiksel bilgilerin verildiği toplantıda şu bilgiler yer aldı:
* Türkiye'de kilometre kareye beş arı kovanı düşerken, Van'da bu rakam 0.87'de kalıyor. Van'da il merkezi ve ilçelere dağılmış bulunan 6 bin 690 sabit kovan ve 27 bin adet dışarıdan gelen gezici kovan bulunuyor.
* Çatak ve Bahçerasay'da ön plana çıkan bal üretimi, kriterlere uygun yapılıyor. En çok İran'dan gelen ve aşırı şeker kullanılarak üretilen kaçak bal, yerli üreticiyi zor durumda bırakıyor.
* Tanıtım ve reklam konusunda sıkıntı yaşayan Van balı, kalite açısından standartların üzerinde olduğu için çoğu zaman başka isimler altında Avrupa'ya da ihraç edilebiliyor.

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Seyahatname


Zaman nasıl da hızla akıp gidiyor geçen yıl temmuz ayında Van'a yaptığım seyahtten paylaşmaya fırsat bulamadıklarım;

Edremit, Van iline 18 km mesafededir. Allah’ın bütün güzellikleri bahşettiği bu yer, mavinin en güzelini taşıyan Van gölü'nün kıyı şeridi boyunca uzanır. Edremit'in yeşili, gölün mavisiyle kucaklaşır. İlçe, sahilden derinliğine meyve yüklü ağaçlarla kademe kademe yükselir. Ağaçlar arasından kıvrıla kıvrıla bir gelin endamı ile süzülerek geçen tarihi Menua (Şamram) kanalı, gururlu akışıyla türkülere konu olmuştur.
Edremit Van'a bakar,
İçinden Şamram akar.
Öyle bir yar sevmişem,
Her gelen ona bakar. Daha yükseklere çıkılınca Alniuni Taş kalesi onun selamladığı Süphan dağı, Gevaş-Artos dağları bütün haşmetiyle görülmektedir. İlçenin her tarafı tabii parklarla süslü, gizem dolu bu şirin ilçe ilkbahar, yaz, sonbaharın ilk ayları insanlarla dolar taşar. Edremit'in Van girişinden Kadembastı çıkışına kadar restoranlarla doludur. Van Edremit arasında iki lüks otel işletmeye açılmıştır. Tarihi olduğu kadar özel bir yeri olan Vali Konağı, Osmanlı'nın son döneminden başlar, zamanımıza kadar Van valilerine hizmet etmiş, etmekte olan bu köşk, ilçenin güzelliğini bir kat daha artırmaktadır.

29 Temmuz 2008 Salı

MÜBAREK GÜNLER

Miraç,
Peygamberimizin şahsında insanlığın önüne açılan
sınırsız bir yükseliş ufkudur.
Çünkü miracın özünde her türlü kötülüğü terk etme, insanlığın
yararına değerler üretme, fedakârlık, sorumluluk,
zamanın önemini anlamak ve ilâhi emirlere teslim olarak
büyük mevkilere erişmek vardır.
Miraç Kandili'nizi kutluyor, bu kandilin İslâm âleminin birlik ve
beraberliğine, insanlığın kurtuluş, huzur ve hidayetine
vesile olmasını,
Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum.

26 Temmuz 2008 Cumartesi

hep böyle kal

bir taş at.

bir taş daha at.

bir şiir ateşle.

bir yumruk yükselt.

sesini yükselt.

bir çocuk yetiştir.

duvara bir slogan yaz.

şehitleri an.

bir hayal kur.

tarihine sahip çık.

sokaklara sahip çık.

bir slogan at.

bir tohum ek.

bir ateş yak.

terle.

bir yara sar.

bir dosta sevgi göster.

hakikati söyle.

arkanı kolla.

gökyüzüne bak.

iz bırakma.

aklını kullan.

işçilerden öğren.

bir yoldaşa öğret.

bir hücreyi ziyaret et.

bir savaş esiri kurtar.

kendi kalbini çal.

parolayı aklında tut.

bir füzeyi calişmaz hale getir.

bir fıkra anlat.bir plan yap.

bir umut ışığı ol.

ismini değiştir.

bir teoriyi test et.

bir dogmaya meydan oku.

korkunu kullan.

bir damla gözyaşı akıt.

hainlerle hesaplaş.

ağırlığını hakkıyla taşı.

sevmek için mücadele et.

sevdiğini söyle.

sınırı aş.

sevdiğini bir daha söyle.

-malcolm x-

25 Temmuz 2008 Cuma

Yöresel lezzetler

Uzungöl'e gidip doğal alabalıklardan yememek olmaz. Tereyağında kızartılmış alabalıklar insanın iştahını kabartıyor. Tereyağının dışında güveçte, saç ve izgara da alabalık ta var. Alabalığın dışında yöresel kuymak, lahana çorbası, lahana sarması, kuzu ve dana eti, sütlaç, süzme yoğurt, tavuk, etli yemekler de bulabiliyorsunuz. Damak keyfinize hükmedecek çok lezzetli yiyecekler bulabilirsiniz. Bu konuda şüpheniz olmasın.

yurdumdan


Aşk-ı muhabbet

Evet muhabbet kuşu, ismi neden bu, hiç düşündünüz mü? Hakikaten muhabbet kuşları kadar muhabbeti seven başka hayvan tanımıyorum.
Ya da beslemedim desem daha doğru olacak.
O kadar ki insanlar, bu kuşları, özellikle tek beslemeyi tercih ederler.Ama adı üstünde muhabbet kuşu ötecek, şakıyacak daha doğrusu kendi lisanınca muhabbet edecek.Malum muhabbette tek başına olmaz.İşte tam burada, devreye insan zekası giriyor.Bu eksikliği giderebilmek için kafeslere türlü türlü oyuncaklar. aynalar,
Garibim muhabbet kuşları da, aynaya baka baka karşısında kuş varmış gibi öter, oyunlar oynarlar.Tabi, bu zaman zarfında duydukları tek ses olan insan sesini taklit etmeden de duramazlar.

Yöresel lezzetler

(Diyarbakır'da çektiğim bir fotoğraf)


Cimri ve kelle Cimrinin canı çok çekmeden et yemezdi. İsteği artınca da hizmetçisine bir kelle aldırırdı.(Niçin yaz kış, et yerine pişmiş kelle alıyorsun?) diye sorduklarında derdi ki:Kellelerin fiyatını bildiğim için hizmetçi aldatmaz, et olsa, pişirirken yiyebilir. Ben anlayamam. Fakat kellenin bir gözü, bir kulağı eksik olsa anlarım. Sonra kellenin pişirme masrafı da yoktur. İşte bunun için kelleyi tercih ederim.

yurdumdan

Diyarbakır havaalanında bulunan kafeteryanın iç kısmı; çayını tavsiye ederim,bu vesile ile sahibine bir kez daha teşekkürler.

Özel olarak arayıp bulduğu çay tabağı,çay bardağı,çay kaşığına gösterdiği özenin yanında güler yüzlü sohbeti eklenince şehrin ışıldayan yüzü oluyor ve şehre ilk adımınızı attığınız andan itibaren iyi ki gelmişim diyorsunuz.

yurdumdan


Diyarbakır'da çektiğim fotoğrafa baktıkça hala gülerim,nasıl inecekler damdan acaba????

22 Temmuz 2008 Salı

Okumaya değer yazılar

SÖZ ORUCU


'Evinsiz darı gibi...' derdi babaannem. Lüzumsuz ve boş konuşana; çok konuşup da hiçbir şey söylemeyene. Görünüşte darıdır, ama boştur içi... Ondan öğrendiğim onlarca deyimden biriydi bu. Böyle bir evde büyüdüm ben. Çiğlik yapana 'yontulmadık' denilen, yine babaannemin deyişiyle 'zevzeklik' etmenin hoş görülmediği bir evde.
Susmak, olup biteni ve hayatı 'dinlemek'ti bize öğretilen. Ve orada insanlar gözleriyle konuşurdu... O kadar azdı ki kelimeleri, belki de ihtiyaçları yoktu. Ama ne de güzel anlaşırlardı!.. Yaşamayan bilmez susarak konuşmanın lezzetini.
Sonra anladım ki kelimeleri olur olmaz sarf etmemek, eskitmemek gerek. Söyleyince bir ateş gibi çıkmalı ağzından. Varıp bir gönlü imar etmeli. Bir savaşı bitirmeli Yunus'un dediği gibi. Susmanın erdem olduğu zamanlar vardı. Allah dostları 'kıllet-i kelam' derlerdi buna... Az yer, az uyur ve az konuşurlardı. Kâmil insanın vasıflarından biriydi az konuşmak. Sözlerin boşlukta yitip gitmediğini düşünürdü onlar. Her harfin kaydı tutuluyordu ve hesabı verilecekti. Söz, altın ve gümüş soyundan sayılırdı. Değerliydi, boşa sarf edilmezdi ve söylenecekse mücevher rengiyle renklenmeliydi. Söylediklerinde de şiir oluyordu sözleri. Şiir, susmaktan doğup geliyordu.
Geçende bir dostla konuşuyorduk. 'Söz orucuna girdim' dedi. Şaşırdım. Nasıl bir şeydi bu? Bir meziyet gibi anlaşılsın istemediğinden, sıkılarak anlattı. "Çekiliyorum eve, dedi. Bir gün hiçbir kelam etmiyorum. Dua ediyorum, okuyorum. Kendimi ve kainatı dinliyorum..." Muhteşem bir huzur duyduğunu, bildiğimiz oruç nasıl insanın bedenini rahatlatıyor, sağlıklı kılıyorsa, söz orucunun da ruhu dirilttiğini anlatıyor. Üzerimize yapışmış bunca söz, bunca dedikodu, bunca gıybet kirinden başka nasıl arınabiliriz ki!
Biliyorum, bizim dinimizde böyle bir ibadet yok; ama o gün bugündür, 'söz orucu' ile düşüp kalkıyorum. Herkesin, ama herkesin ölesiye konuşmak, konuşmak, konuşmak istediği; ama konuşmaların içinin bütün bütün 'evinsizleştiği' bir zamanda, Hz. Meryem'e öykünüp söz orucuna girmek ne soylu bir eylem! Hazreti Meryem, mazhar olduğu mucize kendini belli etmeye başladığında, insanlara ne diyeceğini, durumu onlara nasıl izah edeceğini bilememenin kederini yaşıyordu. Çare olarak yerini terk etti. Şehir dışında sakin bir dağ eteğine yerleşti. Doğum sancıları arttığında Ruh ona, "Sakın üzülme!" dedi, "Rabbin senin alt yanında bir su arkı meydana getirdi. Haydi hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze hurmalar dökülsün. Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer herhangi bir insana rastlarsan, 'Ben Rahman'a konuşmama orucu adamıştım; de, o yüzden bugün hiç kimseyle konuşmayacağım.' Daha sonra Meryem çocuğu kucağına alıp akrabalarına getirdi. Etrafındakiler şaşkın bir şekilde ona ve kucağındaki çocuğa baktılar. Bunun nasıl olduğunu, ailesinde iffetsiz bir kimse olmamasına rağmen Meryem'in nasıl böyle bir şey yapabildiğini sordular. Hz. Meryem "Bana değil, çocuğa sorun" dercesine çocuğu gösterdi. "Nasıl olur da beşikteki bebekle konuşuruz?" dediler. Derken bebek, "Ben Allah'ın kuluyum, O bana kitap verdi ve beni peygamber olarak görevlendirdi." dedi. (Meryem Suresi 22-33 arası ayetler)
Sözün büyüsüne inananlar, bu azgın çağda 'Yedi Uyurlar' gibi mağaralara çekilecek, Hz. Meryem gibi söz oruçlarına girecek ve Hz. Peygamber'in huzurunda bir bedevinin hakaretleri karşısında sükut eden Hz. Ebubekir gibi susacak... Susacak ki onun yerine melekler konuşacak. Yahut Beckett gibi susmayı bir sanata dönüştürecek. O Beckett ki, 1969 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nün kendisine verildiğini duyduğunda, hiçbir tepki göstermemiş, tek kelime söylememişti. Çünkü Charles Juliet'nin dediği gibi, "Görünmezi görenlere özgü bir bakışı var"dı onun, "Teselli edilemeyen Beckett"tı o.
Ah, şimdi yalnız kahvelerde, kadınların beş çaylarında değil, 'edebiyat sohbetleri'nde, sanat mahfillerinde ve dinî sohbetler için toplanılan mekânlarda bile diz boyu 'evinsiz söz', gıybet, dedikodu! Söz'ün onuru ve hatırı için susmak gerek. Söz orucuna girmek... Evet, Hz. Meryem'inki gibi bir yürek ister, Hz. Ebubekir'inki gibi bir sabır. Ya da Beckett gibi kendi başına bir dünya olmak...
Ali Çolak

HAYATIN İÇİNDEN



Yaşlanmak yeni bir işe başlamaktır. (Goethe )











HAYATIN İÇİNDEN

Sosyal dünyadan yavaş yavaş geri çekilme sürecinin adına yaşlılık denmiş....

Hala ekmeğini çıkarmak için çalışan iki büklüm nur yüzlü dedemi

Gerede'de verdiğim seminer sonrası sokak aralarında hayatı

yakalamaya çalışırken tanıdım. yaşlılık tarifini yalanlarcasına

çalışıyor ve de halinden şikayetçi değildi.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Hayat devam ediyor

Evet, hayat devam ediyor…
Hayat, gemimizi yürütürken çekilen çilelere, fırtınalara bakmıyor..
Hayat, gemiyi karaya ulaştırıp, ulaştırmadığımıza bakıyor..
Hayat, yüklerin ağırlığına bakmıyor..
Hayat, gayeye, hedefe ama “asıl hedefe” kilitlenmeye bakıyor..
Hayat sevilenlerden gelen acılarla nasıl yıkıldığımıza değil; yeniden nasıl ayağa kalktığımıza, yeniden nasıl yürümeye başladığımıza bakıyor…
Hayat devam ediyor…
Hayal kırıklıkları, hüzünler, acılar ve umutlarla..
Devam eden, umut verir..
Devam eden umut getirir…
Değil mi devamı var, o halde umut taşır her daim gönüllere..
Hayat... İnsana verilen en değerli hazine... Ve en çok da ihmal edilen... Oysa ki her gün doğumu ile her gün açılan bu hazinenin içinde ne de çok kıymetli, değerini bilmediklerimiz var...
Bazen hayat bir bilinmezler denizi..
Kimi zaman yüzersin en derinlerden bile çekinmeden, korkusuzca..
Kimi zaman durup, dinlenirsin ıssız bir adada...
Kimi zaman geminle seyir halindeyken fırtınaya kapılır, alabora olur tüm plânların..
Hayat belki de sil baştan yazmaktır hikâyeyi...
Hayat belki de soru kabul etmeyen tek öğretmen..
Ve hayat, ilk nefesle okumaya başladığın,
son nefesinde ise özetini sunacağın tek kitabın....
Hayat, bir bilinmezler hazinesi.. Her sabah itina ile açmalı ve beklemeli getireceği güzellikleri..
Belki okuyan diyecek, hep güzellik mi gelen?
Hep güzelliktir gelen ama yeter ki güzel bakabilesin, yeter ki hüzünlerinin acılarının seni durdurmasına izin vermeden, güzel bakarak yarınlarında güzellikleri görebilesin, isteyebilesin..
Unutma, hayat umut demektir! (Alıntı)

Hayat devam ediyor

Hergün insanlar ölüyor ve hergün yenileri bu dünyaya merhaba diyor.

Hayat devam ediyor.

Zaman zaman ağlatarak,

bazen güldürerek daima sürprizlerle devam ediyor.



15 Temmuz 2008 Salı

Gidenlerin ardından dua ile

Her ölüm acıdır, acıklıdır.

Ölen her can, sanki ruhumdan bir parçayı alır beraberinde götürür.

Her çocuğun ya da gencin ölümü, yani her "sırasız ölüm" ise



ruhumu bir kez daha yakar,kavurur,

ölüm acısını katmerlendirir

Temmuz ayının sıcaklığı dışarıyı kavururken,ani bir ölüm haberi ile yüreğim

kavruluyor,gencecik bir evladımızı daha 19 yaşında trafik kazasında ahirete

uğurlamanın dayanılmaz ağırlığı içinde yüreğim.


Haziran ayından bu yana ne çok

sevdiğim insanı yolculadığımı düşünüyorum bir an

sanırım acıların en büyüğü evlat acısıdır


Rabbim arkadaşlarımıza sabırlar ihsan

eylesin ve dayanma gücü

işte halim budur 2 gündür yüreğimde bir yumrukla yaşıyorum

11 Temmuz 2008 Cuma

Gidenlerin Ardından Dua ile....


BABAM İÇİN
1
Onüç Aralık İkibinyedi. O sabah, sevgili babacığım Nuri Sayar’ı, bir hastane odasında kaybettim. O güzeller güzeli babayı, o çalışkan, o hep vermiş ama hiç istememiş, o hayat dolu insanı kaybettim. Onu hastaneden çıkarmaya hazırlanırken, hiç beklenmedik bir anda, birlikte yaşanacak güzel günlerin düşünü kurarken kaybettim. İçim acıyor. İnsanın sevdiğinin ölümüyle baş etmesi ne kadar zormuş.
‘Göz yaşarır. Kalp hüzünlenir.’ Hz. Peygamber kaybettiği oğlunun ardından ağlarken, ‘sen peygambersin, sen de mi ağlıyorsun?’ diyenlere böyle cevap vermişti. Oğluna şöyle sesleniyordu : ‘Ey İbrahim, önde gidenlerin sonda gidenlere kavuşmayacağını bilseydik hüznümüzün bir nihayeti olmazdı. Ama yine de üzülüyoruz’. Babacığımın tabutunu çevreleyen o yeşil çuhanın üzerinde ayet-i kerime ecelden haber veriyor. Her varlık bir ecelle doğuyor. Ecel vakti geldiğinde o ‘ne bir saat öne alınabilir, ne de ertelenebilir’.
Ama yine de üzülüyorum. O iyilik insanının, o fedakar babacığın, o ‘torunlarıma daha doyamadım’ diyen ve sadece, bize ve torunlarına bir şeyler daha verebilmek için yaşamak isteyen güzel insanın ardından ağlıyorum. Eş dost komşular taziye ziyaretlerine geliyor. Ondan hep gül kokuları, temiz bir Anadolu evladının ardından söylenebilecek en güzel sözlerle bahsediliyor. Benim babam haram lokma yememeyi, kul hakkına girmemeyi, çalışmayı, kalp kırmamayı önemseyen bir insandı. Benim ruhumda bıraktığı o derin izler için ona nasıl borcumu ödeyebilirim?
İşte bu sabah , her sabah olduğu gibi, torunlarını görmeye gelemedi. Sokağa çıktığımda iki sokak ötede oturan babamla karşılaşmayacağım. Akşam eve geldiğimde dışarıda onun ayakkabılarını görüp içimi bir huzur ve emniyet duygusu sarmayacak. Sırtımı dayadığım o büyük duvar yok artık. Babamın serazat oğluydum, hiç de büyümeye niyetim yoktu. Onun ölümüyle bir gecede büyüdüm.
Ah bilebilseydim bu ecel vaktini. Ona daha çok hizmet etmez miydim? Onunla baş başa uzun konuşmalara girişmez miydim? Onunla bir oğlan çocuğu ve babası olarak değil de, iki erkek gibi uzun uzun iç dünyalarımızdan konuşmaz mıydım? Vefat edebileceğine hiç ama hiç ihtimal vermeden onu bir ameliyata gönderdim. İstiyordum ki kanser hücrelerini savalım da yine birlikte huzur içinde, torunlarının da neşesiyle sarmalanmış olarak hayatımıza devam edelim. Güzel geçen bir ameliyatın ardından, tam da biz seviniyorken, bir pıhtı babacığımın ölümüne sebep oldu. Bir sebep mutlaka olacaktı. Kadere iman ediyorum. Bir doktor olarak ‘başka ne yapabilirdik?’ sorusu ruhumu tırmalıyor, bazı geceler beni yara bere içinde bırakıyor olsa da, imdadıma inancım yetişiyor. ‘Oğlum hakkını helal et’ demişti son akşamında, ‘o nasıl söz baba’ dedim, ‘asıl sen hakkını helal et’. ‘Üstelik hastanedesin, emniyet içindesin’. Takdir Hüda’nındır. Biz her şeyi kontrol edemiyoruz. Ecel saati gelmişse mutlaka bir sebep oluyor.
Çocukken, gençken ne zaman bir yerlere gidecek olsam üzülür, benimle ağlayarak vedalaşırdı. Babam gözleri çabuk buğulanan, merhametli bir insandı. Ben de pek kolay ağlıyorsam bu babamdandır. O, bu ülkenin, cömert ruhuyla çatlakları sıvayan gönül adamlarından birisiydi. Bu ülkenin gizli kahramanlarından, millet ruhunu ayakta tutan isimsiz neferlerden birisiydi.
Benim babam meleklerin kanatlarına binerek öte alemlere gitti. Hayatı veren yüce Allah, onun için bir ecel takdir etmişti ve bu gerçekleşti. Babamı bu kadar çok sevdiğim için ve bütün ailesi olarak onun tarafından bu kadar çok sevildiğimiz için, bize bahşettiği bu mutluluk için Allah’ımıza hamd ediyoruz.
Babalarımızın ölümü biraz da bizim ölümümüzdür. Hayat şu an bana çok boş ve beyhude görünüyor. Hırslar, kızgınlıklar, öfkeler. Anne ve babalarımızı el üstünde tutmamız gerek. Şu an her şeyimi babamla geçirilecek fazladan bir zaman için bağışlayabilirdim. Demek ki maddi olan manevi olanı satın alamıyor. Demek ki hayatın özünü maddi olanla değiş tokuş edilemeyen değerler oluşturuyor.
Babacığım! Allah’tan geldik ve ona döneceğiz. Ben seni çok sevdim. Seni tanıyan herkes seni çok sevdi. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Dilerim, hayatı ve ölümü bize veren Rabbimizin cennetinde buluşuruz.
2
Yüreğin türlü halleri var. Kanada’dan taziye bildiren bir dostum, ‘sevginin zaferleri ve acıları var’ diye yazmış. Sevgi fetheder, kalpleri kazanır. Sevgi, alınıp verilemez olduğunda, değiş tokuş edilemediğinde yüreği acıtır. Onun zaferlerinden mahrum kalmak bile can acıtıcı.
Kendime bakıyorum. Kendi içime eğilerek yüreğimde uğuldayan sesleri dinliyorum. Ölüm bana ilk defa bu kadar sokuluyor. Neşenin, uçarılığın, bitmek bilmez sandığımız o gülümsemenin uçup gidişini seyrediyorum. Hayatlarımızın bu dünyada yapıştırma gibi durduğunu, insanın faniliği kitaplardan değil ancak ölümle selamlaşarak hissedebileceğini anlıyorum. Dünyanın gelip geçiciliğini yakın bir bilgiyle bilmemiz, sadece canımız çok acıdığında oluyor.
Hayatın ele avuca gelmez bir şey olduğunu, insanın ölüm yönelimli bir varlık olarak çok çaresiz ve aciz olduğunu hissediyorum. Kadere karşı konulamıyor. Kader tecelli edecek olduğunda, gören gözler görmez oluyor. İnsanın hayatın akışını kontrol edebileceğini sanması, büyük bir safdillik.
Hayat uzun bir yolculukta bir ağacın altında verilen kısa bir mola gibi. Kervan yürüyor. İnsan acıyla olgunlaşıyor. Varlığın bilgisinin künhüne böyle varıyoruz. Daha büyük, aşkın bir varoluşun parçası olduğumuz hissini, sadece ölümü tecrübe ederek tadabiliyoruz. Sadece ölüm, bu dünyada sonsuza dek var olacağımız yanılsamasını yerle bir ediyor. Onun bilgisi, ağacın altında kayıtsız bir serinlik içinde var olmaya devam edemeyeceğimizi bize fısıldıyor. Asıl yurdumuz burası değil. Bin yıllardan beri bütün ruhların aktığı yöne doğru akıp duruyoruz.
Sadece insan, öleceğini biliyor, sadece insan kendi ölümünü bekliyor. Ölümle yüzleşmek bize hayatın anlamını sağlıyor. Ölümün farkında olmamladır ki hayat ve varlık, gerçek ve mutlak bir hüviyet kazanıyor.
Kalıcılık yurduna inananlar için ölüm bir vuslattır, düğün gecesidir, can kuşunun kafesinden kurtularak özgürlüğe kanat çırpmasıdır. Kadim kültürlerde ölüler ve diriler birlikte yaşar. Kabir ehline selam verilir, onlarla konuşulur. Ölümü bir kesinti değil de bir uykudan uyanış olarak gören bu anlayış ruhumuzu okşar. Bu anlayış bizi Rahim/Esirgeyici bir Tanrı’nın kulları olduğumuz ve onun merhametinin her şeyi kuşattığı gerçeğiyle buluşturur. Sultanımız, pirimiz Mevlana’nın söylediği gibi : ‘Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrılığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem işte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve kavuşma zamanımdır. Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda elveda deme; zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir. Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür ama o, canın kurtuluşudur. Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumundan şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryad etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu, aç öte tarafta.’
Yüreğin türlü halleri var. Haftalardır, yanlış olduğunu bile bile, sebeplerle boğuşuyorum. Kan ter içinde uykulardan uyanıp suçlanıyorum. Sonra üzerime bir ferahlık geliyor, kafesten uçan kuşa, babamın aziz ruhuna okuyorum. Onunla konuşuyorum. Onu özlüyorum.Onu sokaklarda görecekmiş gibi oluyorum. Arayıp halini hatırını sorasım geliyor, bir konuda fikrini almak istiyorum. İşte ben kırkını devirmiş bir adamım, ruh hekimiyim, yas ve kayıp yaşayan sayısız insanla konuştum, onların ruhuna değmeye çalıştım, kimileyin onlarla ağladım. Kitap bilgisi hal bilgisine kolaylıkla dönüşmüyor. İnsanın sadece yaşayarak öğrenebileceği şeyler var. Mesela insan babasını apansız kaybedince, sanki çocukluğu elinden alınmış oluyor. Tarihsiz, kimsesiz bir halde bir zaman bozkırının ortasında kalakalıyorsunuz. İnsanlar fazladan konuşuyor ve gülüyorlar sanki. Sanki susmak ve düşünmek gerekiyor aslında.
O’na aidiz, hayatı veren, onu alacağı saati belirliyor. Ama yüreğin türlü halleri var. Kuyularda feryad eden bir Yusuf var. Ve o feryadı bir duyan var.
Ölüm var. Çünkü hayat var.
3
Sesimi uzaklara yazıyorum. Yas ülkesinin bu en soğuk kışında, bir tipinin ortasında kaybolmuş gibiyim. Bir yol, bir yön belirlemem gerek ancak bu yolculukta bana kılavuzluk edecek bir haritam yok. İnsanların öykülerini dinliyorum. Ne çok insan, diyorum içimden, babasız kalmış. Ne çok yetim. Sevdiklerimizin ölümü bizi başkalarının acılarına karşı daha duyarlı kılıyor. Ancak acımış bir yürek, başkasının acısını tam manasıyla hissedebiliyor. Ama insan en çok, bütün insanlığın yetim olduğunu hissediyor. Bu dünya hiçbirimize ebedi bir yurt olmayacak.
Sesimi uzaklara yazıyorum. Eskişehir Maarif Koleji’nin hazırlık sınıfı öğrencisiyim, babam benimle gurur duyuyor. Çünkü oğlu onun yapamadığı bir şeyi yapıyor, bir dil öğreniyor. Bozüyük’e giden o küçük minibüste hafta boyu öğrendiğim İngilizce sözcük ve cümleleri yineliyorum ona. Sabır ve sevinçle dinliyor, hafta sonu tatili için eve gidiyoruz, karanlığın ortasında gidiyoruz. Bu küçük kasaba minibüsünde o bana, ben ona gururla omuzlarımızı yaslıyoruz. Onun omzunda uyuyakalıyorum.
Sesimi uzaklara yazıyorum. Beş altı yaşlarımda olmalıyım. Filyos’tan Karabük’e gidecek kara trene binmeye çalışıyoruz. Babam annemi ve küçük halamı bindiriyor, kendisi de arkalarından binip kucağına almak için bana uzanıyor. O sırada hareket memuru kalkış veriyor ve tren hareket ediyor. Ben trenin yanı sıra koşuyorum, ağlayarak. Tren giderek hızlanıyor. Babam o koca cüssesiyle kendisini trenden aşağı atıyor, bunu gören bir yolcu imdat frenini çekiyor. Filyos nahiyesinin tren istasyonunda bir şaşkınlık. Beni trene bindirdikten sonra, gidip hareket memurunu iki eliyle bir havaya kaldırışı var ki! Benim kahraman babam!
Sesimi uzaklara yazıyorum. Yatılı okuldan eve gelişlerimi biliyorum iple çekiyor. Çamaşırla dolu bavulumu yükleniyor ve neşe içinde fabrika lojmanlarına geliyoruz. Onun için iyi bir okulda okumam çok önemli. Gündüz çalışıp gece okumuş, azim ve çalışkanlıkla, alın teriyle karmış hayatını. Cefayla büyüyen bir kuşağın, erdemli bir üyesi babam. Yemeyip yediren, giymeyip giydiren, hep vermek isteyen, ruhu zengin, cömert bir adam. Yaptığı her işin hakkını veren, emeğin ve çabanın kutsallığına inanmış, ruhu hayata ve insanlara karşı dürüstlüğün paha biçilmez mücevheriyle ışıl ışıl bir insan. Her şeyin giderek kirlendiği ve hesapçılığın geçer akçe olduğu bir dünyada, babalarımız ne kadar soylu duruyor.
Sesimi uzaklara yazıyorum. Tıp stajı için İspanya’ya gidiyorum. Bozüyük tren garında vedalaşıyoruz. Daha yirmi iki yaşındayım ve ilk defa yurt dışına gidiyorum. Benim için kaygılanıyor. Gitmemi istemiyor, gidip de dönemememden korkuyor. Koca adam hüngür hüngür ağlıyor. Ben ve kız kardeşim hem babamın sulu gözlülüğüne takılır, hem de onun gözlerinde biriken ilk damlalarla ağlamaya başlardık. Onun o içten, o ivazsız göz yaşları hemen bize sirayet ederdi. Ben de ağlıyorum. Tren İstanbul’a varıncaya dek ağlıyorum. Aramızda sevginin kalplerimizi birbirine bağlıyan güçlü sicimleri var. Babamın oğluyum ben, çizgi filmlerde bile bir duygusal sahneyle karşılaşsam ağlarım. O benim babam, torunlarını ne zaman kucağına alsa duygulanır, gözlerinde merhamet buğusu gezinir.
Sesimi uzaklara yazıyorum.Üç hafta oldu, kolum kanadım kırık. ‘Ölürse tenler ölür / Canlar ölesi değil’ demişti pirimiz Yunus. ‘Yunus öldü deyu sela verirler / Ölen beden imiş aşıklar ölmez’ buyurmuştu. Gönlümün tesellisi bu toprağın büyüklerinde, tesellim Bilgelik Kitabı’nda. Sevgi ve hatırlayışın olduğu yerde ruha ölüm yoktur. Ötelerde, dünyada ne kadar eğleştiniz diye bize sorulduğunda, en babayiğidimizin vereceği cevap denir ki birkaç saat olacaktır. En fazla birkaç saat. Hayaller dünyasından payımıza bu kadar düşecek.
Sesimi uzaklara yazıyorum. Tıpkı gözyaşları gibi, merhamet de sirayet eder. Ötelerde Allah’ın gülleri yakandan hiç düşmesin babacığım.
Doç.Dr.KEMAL SAYAR'dan alıntı www.kemalsayar.com

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Gidenlerin Ardından Dua ile....

YEDİ GÜZEL ADAM

I.

Bu insanlar dev midir
Yatak görmemiş gövde midir

Bir yara açar boyunlarında
Kolkola durup bağırdıklarında

-Ya kurbanın olam
Dağlar önüme durmuş
Ki dağlanam

Çekip pırıl pırıl mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden
Durdular ite çakala karşı yarin kapısında

1.

Yedi adam biri bir gün
bir kan gördü
gereğini belledi
yari alsa koynuna
Ayırmaz kanı yanından

Beyaz haberlerim var kardeşlerim
-Bir güzel ince gelin
Kabartır göğsünü toz duman içinde
gelinliği durur çıkartıp bıraktığı yerde
İçerlerden bir taşlı tarladan
Kaynayan nehrin gözünde
unutmuş gelin alınlığını
Avuçları sıcacık yumulu beline dayalı
Kalın bilekli badem topuklu
Seyirtir o ince gelin
grevli'ler şifalar götürmek için

Beyaz haberlerim var kardeşlerim
-Gölgesiz meydanlara
aklı yağmalayanlara arasından
yayılırsa karanlık fısıltılar
Ya da güzel dışlı yapa çiçekleri
Muhtemel bir genç kızın
Başına atılırsa

Yedi adamdan biri
Bir gün bir kan göreni
Kabukları soyulmuş
Taze devrilmiş bir ağaç gibi
Çeker çıkarır kendi kadınlardan
Fırlar yataklarından tatlı uykudan
Çıplak çıkarır kendi kadınlarından
Fırlar yataklarından tatlı uykudan
Çıplak yalın ve güzel adaleli
O er alarak
Seğirtir danseder gibi
-Önce sağlam olmalı arkam
O ince gelin
Belirir hemen ardında erin
1000 yıl durmadan en atmış bir çınar gibi

Gidiyor dansöz gibi
Yere ve göğe açık avucunda o kan
O işlem onda güvercin ve sevap
Onlarda en ağrımalı yara
Ve yollanıyor o güvercin onlara
Güvercin değişiyor gittikçe ondan
Güvercin değişiyor vardıkça onlara
+ ve aman ne uzun sürüyor bir düşman öldürmek+
Yedi adam artık bir kan göreni
Varıyor dengede
Kuğu gibi sarkıyor onlara
akıyor onlara
şiirler söylüyor ve mısralarında
işlek çelik kümeleri
ve kalkıyor her bir ulaşmasında
iki yanında sülüs ve yay gibi
bir vuruşta öldüren elleri
-Karanfil serpercesine
Bir kez daha vurdum ya Allah diye açtığım yaralara

-Güzelin düşmanı güzel olur
Güzelin yari güzel olur

O varıyor tüm meydanlara
Kanı okşayarak ve kabartarak

Kanı okşa ve kabart
Ve sonra sabah kahvaltısında
İçinden geçirmekle varsın sofrana
Çocuklarımızın ellerinde büyüyen gagalı şeylerin
Tanrının buyruğu ile ortaya çıkarttığı
Gürbüz bir yumurta

II.

Yedi adam biri bir gün
bir aşk bir gün
gereğini belledi
ölüm girse koynuna
Ayırmaz aşkı yanından

Beyaz haberlerim oluşuyor kardeşlerim

Daha ne kadar saklanabilirdik seninle:
Yaylalardan nasıl geçtik
Çobanlara yetişemedik ama uzaktan
zahmetsiz ve hiç kimseye değil gibi konuşan ağızlardan
Ne bilge sözler dinledik
Sığındığımız
Ve içinde saçlarımız göle girmiş ıslanan
O dev O kabul eden O sizin veren mağaralar
Yine açık yine buyur’lu
Çekildi üstümüzden. -Çalıların
Bilen duruşlarıyla karşılaşırdık koşuşurken gizlilere

Güneşi tez gördük dağlarda
Ormanın ay çiçeği gibi uyanan hayvanlarıyla
İlk iş gövdemizin acıktığını anlamak oldu
Gittik kokladık ekmeğimizi tarlalarda

O gün gezdim seni ellerimle
Söyledin: Geniş vuruyor yüreğin

Ülkeyi tez giden ayaklarımla varıyorum
Kanım temizliği seven bir kolla atılıyor durmadan
Yıkanmış güneşte yeni kurumuş çarşaflar gibi
Serin ve ürpertici gövden
Yaklaşmaktasın ve / çok yakınıma taşıdığın / güller
Sana canı gönülden âşık oldum meleğim
Kollarına gümüş bilezikler düşündüm
Dostlar buldukça onlara
Kalın kaşlarını övdüm
Güzeldin
Gövden gerilmiş devinmekteydi
Bir tabloda gibi her bakmaya değişen
Karanlık anlamlardan arınan yüzünle
Hakkı verilmiş
Zehirleri alınmış kazanlarda
Demirle birlikte çeliğe koşmaktaydın
Ve döllenmekteydin mengenelerle kucaklanarak

İşçi eğilir bükülür ve doğrulur
Köylü bükülür doğrulur eğilirken
İnsan iyi maden kuyumcuda

Güzeldin / Gövden
Yeni bir iklim gibi yayılmaktaydı karalara
Ağaçlar, kırdaki hayvanlar kasabadaki insanlarca
İşte davetliydin
Acıktık bıçaklarına kanımızı gütmekteymişin gibi
Gelip acı sözlerin için
Bir çekmece koydun yaralarımıza

Ve ellerin uçuşan yapraklar gibi
Birden
Nasıl yalnız olduğumuzu anladım
Kimseler yoktu ikimizden başka birbirine bakan

Susuyor sessizce
Aşkla ilerliyorum
Milletim bileniyorum
Devirmeye
Devirmeye safrası beynimi üleşen
Elleri karımın üstünde birleşenleri

Bundan böyle yekinmeye hevesli yüreğim
/sanatsever halkımıza duyurulur/
Aklım eski izlerde şimdi
İz demek
Bir geniş
Bir kendine dönük bir en ileriye
Yol demek

Usulca kalkıp gedene: Dur
Ki çevrileceksin

Toydun cesurdun
Gençtin atıldın
Bilmezdin atıldın
Kabuğu oydun oydun
Kabukta kaldın

Sis iner örter mermeri
ağacı binayı

Sis kalkar kalkmaz
Görünür mermer
Ağaç ve dev
Bu kadınlar dev midir
Yatak özlemez gövde midir
Gül açar boyunlarında
Kolkola durup bağırdıklarında
Bomba düşmüş gibi deprenir toprak
Konuştuklarında

-Yar kurbanın olan
dola yaşmağını bileğime
Ki düşmanı güzel vuram

Çekip mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden
Durdular ite çakala karşı yarin kapısında

III.

Yedi adam biri bir gün
bir yar gördü
gereğini belledi
yari asla koynuna
Ayırmaz yari yanından

Alev gerekli kentliye
Bu ısıtma devleri kente
bir an önce inmeli oğlum

/bütün gün badem çırptım
üzümün tehini armudun çürüğünü ayıkladım
uykuya geç vardım
yatağın içine elimi daha yeni koydum
rahatıma doymadım ama.../

ÜMMETİ GÖZETMEN GEREKLİ
Ben seni beyaz haber ustası
Olasın DİYE boğmadım -DOĞURDUM

Beyaz haberlerim için hazır olun kardeşlerim

Anam su döküyor ellerime
Bedenim hızla kaçıyor
Gözlerime toprak atan uykudan
Suyu çarptıkça yüzüme ve gözlerim yalnız
Yanıyorlar

Yemi torbanın dibine gelince beygir
İri saman saplarının arasından
İri etli dudaklarına
Küçük zor bulunan arpaları topluyor

Bir parça daha yükselen
Bir parça küçülen
Bir parça daha uzak duran yıldız
Beygir ve yanında duran semeri
Evin gerisinde yığınla odun- badem dalları
Ve kuru alıç kökleri
Ve ben o zaman bilmezdim halka
Ateş gerektiği
Çalışır gün boyu koru ağaçları devirir
Badem çırpar budardım yaban çalıları

Gün tepeme değsin öğleye durayım

Gün tepene değsin öğleye durasın
Kökleri hem derinleri hem sığları sarmış
Durmaksızın nimet devşiren
Ceviz ağacının altında.-
Öğleye durmayı
Hiç düşündüm mü ağaç neden havyan değil:
Çünkü kan'dır hayvan
Damardır ağaç

O ceviz ağacının altında
Dallarına ve köklerine
Bir öz su damarı gibi bağlanarak
Onlar ve ağaçlar
Toprak ve kalbinden doyurduğu hayvanlar
İşitmişler bakın onlarla
Onlar ve yapraklar
Geniş bir ağızla üfürülüyormuş gibi kımıldamaya başladılar

Onlar ve tüfeğimi doğrulttuğum kuşlar
Şimdi öldürme vaktim değil

Başına omuzlarıma konun
Dudaklarımdan ve kalbimden dinleyin
/işte bakın ekmek böyle tutulur/
öğleye durarak bağlıyorum bu tepeleri
O tepelere

Eğlenme doğada - kentte bu gece ışıklar yanmadı
Damlardan
Çorba dumanı yükselmemekte
Yufka ekmeği
Toprak ve ağaç kokulu ellerimle
/ işte bakın ekmek böyle tutulur/
Şu en artist
Ve lokmayı taşıyan parmakların ucunda
Pıt pıt bir damar gibi atan
Yemin ve billah
Sıcak bulgur aşının kalbidir

Dedim çünkü kalk
Yoksa sütüm helal olamaz

Düşündüm sol kolları kesik insanların
Ne denli mahir olduklarını sağ kollarında
Beyaz haberlerim için toplanan kardeşlerim

-Adım Mustafa ve Niyazi ve Abdurrahman
Kafkas yaylalarında çadırlarımın
Sürülerimin ocak taşlarımın
İzleri vardır/doğup yürümeye başlayınca
Çıplak basmıştım toprağa/

Yine de ana'vâzın duymasam hiç uyanmam
Bedenim öylesine yorgun babam öylesine ölü
Ölü gibi kımıldamıyor dedem
Sini belli kendi belli değil
Ne bir hak torunlarında ne yaşayan bir arzusu

Ellerim yumruk dizlerimin arasında (tam üç yüz yılı)
Etim etimin sızını alsın diye

Kalk çünkü sabah yıldızı
Bir mızrak boyu yükseldi
+ iri ve zeki
uçları nemli bir göz gibi+

IV.

Yedi adam biri bir gün
bir bela gördü
gereğini belledi
Yalvarsa evleri harap kadınlar
ve ağlayan birkaç çocuk
Kamalar salınsa karnına
ayrılmaz belalı yanından

Haberlerime kulak asmayıp-Duymadık
Demeyesiniz kardeşlerim

Ülkem bugün
Yariyle buluşmuş gizlilerde
Tepeden tırnağa yeni yıkanmış
Ve örtüler içinde
Göz kapakları kale kapıları
Gibi örtülü
Yassı gözlü kabarık alınlı
Kalbine ve beline zengin
Düzgün bedenli bol saçlı erkekler gibi

Ülkem
Tepeden eteğe yıkanmak için
Aşıdan sonra paklanan
Ovalara yayılmış kadınlar
Evi uçsuz bir yol gibi bekleyen
Yavruya yerinde bekleten
O kadınlar gibi ülkem

-Yürürüm bayırlarda
Gücüm ne merkezde tartmak için
Kulak verir
Dinlerim ağacı

Geçerken beton döşeli apartman kaykılı toprakta
Sesim nasıl etkili yoklamak için
Durdurur sorarım kentliyi
Ne haber böyle:
Nereye:

Bela üreten elim
Nasıl davranır belalar içinde
Sınamak için
Uzanır okşarım saçlarını ey yarim
Bakarım hoyrat ve âşık ellerime

Bir gün sapsarı kesildim
Öyle bir tabiat vardı ki gövdemde
İnsanları görmezdim bile yanımdan
Bir hava bulutu gibi geçerlerdi
İçimden
Gidip dağlara
Kafa tutmak gelirdi

Bir gün ben
İri ve kaslı gövdem
Sapsarı kesildim
Hali harap bir dev çıktı önüme
Gözlerini öyle açtı ki yüzüme ve ağlamış
Sonra söyleştik

Bu bir nöbet devriydi kardeşlerim

Bizimle aşkta olanların
Eline su döksünler
Çadırlarının önüne o küçücük
Kilimleri sersinler

V.

Yedi güzel adam
Biri bir gün bir dağ gördü
Gereğini belledi.
Ki o dağ
Ağaçsız ve yalnız
Gökte alıp veriyordu.
Rüzgârla ürperir gibi olurdu
Beygirin derisi nasıl ürperirse boydan boya
Dokununca.
Yılanla akreple kertenkele
Tavşan keklik kurtla
Onlarla
Hayvanlarla kımıldanırdı

Dağ bu
Serpilmiş atılmış yer kapmış
Başa kurulmuş. Böbürlenmeden iri kendiliğinden koca

Dağ bu
Devir, söz gelsin, kervan devri
Eteğinde ipek yolu zencefil yolu
Kara ve beyaz yolu zenci. Develer
İçerek karınlarından tüylerinden geçirerek
Dağı yiyerek, söz gelsin, beslenirlerdi

Dağ bu
Devir kuş devri
Geçerdi kartal

İşte o kartal
Renksiz ısı vermeden
Ürkmeden ürkütmeden
Kendinden geçerek süzülür
Dikine batar dikine çıkar
Coştumu
Vurur kendini dağa - ölürdü parçalanarak

Dağ bu
Devir aslan devri
Yer yer toplaşarak
Erkekli dişili
Sık sık oynaşarak

Devir insan devri
Geçti geçti
İnsan geçti
Et geçti kan geçti
Göz geçti
Gelenler
Yeni gelen yeniden sonradan gelen
Geçti geçti

Dağ bu
Yılanla kımıldanırdı
Yılanla kımıldanırdı

Yedi güzel adamdan biri
Bir gün bir dağ göreni
Durdu sevmeden bilmeden devinirken
Durdu durdu seyreyledi

Sordu:
dağ nicesin
günde mi gecede misin
geçmişte şimdide
yoksa gelecek bir düşte misin

Dağ serpildi
Atıldı yeniden yer tuttu
İlk kez yılanla kıpırdanmadı

Gözü görür görmez
Dağa göçtü güzel adam
Eteğinden yukarıya üç gün
Yürüdü. Bir yılda dolandı
Çevresini. Eğlenerek kayalarda geceleri
Yürüdü günde ve bir kuş gibi
Görerek de

Durmadan dolandı dağın çevrisini
Artık dağ yılanla kımıldamadı
Kımıldardı onunla

Hırçındı adam hep hırsla
Yaralıymışça inlerdi
Yüzü durgun gözler duru berrak
Hırslanırdı ayağıyla- avuçlarından ter akar
Omuzlarını burardı.

Ola ki anlatsa dağ
Der hırcındı adam ince bilekli
Azgın topuklu
İnce uzun parmaklı karınsız
Karşı koyan omuzlu
Yerken güzel yer doymadan kalkar
Oturarak ve hayvanlarda bile
Gizlenerek işerdi

Adam hırçındı-saçları uysal akardı
Rüzgârla kardı
Esinti olmadan zaten akmaktaydı
Uzun boylu değildi
Ama kendinden uzunu yoktu - yalnızdı

Geçince önünden
Mağaralardan kuş tavşan kurt yavrusu
Dağa vururlardı
Serçe tohum düşürürdü ağzından
Tavşan yeşerince onu
Yerdi kökünden

Ot üremedi
Ağaç üremedi

Dağ ağaçsız ve yalnızca
Gökte alıp veriyordu
Adam küçük bir kaya düzlüğünde
Toprakta mağra içinde mağra kapısında
Kaynak başında kuru yamaçta
Dururdu
Eğilip alnını
Yaydıkça yere iki elinin arasına
Göksü çatırdayarak eğilir
Parçalanarak doğruldukça
Dağ cezbelenir
En yüksek zirvesini kayalı alnını
Yamaçlar yamaçlara yayılan yüzünü
Adam eğilip koydukça yüzünü toprağa
Eğilip koyacak yer arardı

Dağ cezbelenince
Doğrulup eğildikçe
Ovaya bir anda
Kentler serilir
Yollar fabrika çevrekleri bentler

Yedi adamdan biri
Bir gün bir dağ göreni
Yeni bir soluk çekti içine
Değişti aynı kalarak
İndi kente
Dağıyla
Esen başı

Serin başı geniş kollarıyla
Gözleri yüzünü kaplayacak gibi büyüyerek
Ve şakaklarında
Avuçlarımın arasında güçlükle tuttuğu
Bir şey duruyordu

Yedi adamdan bir dağ göreni
Buyruğu dağa yiyeni
Dağdan buyrukla kente ineni
Suları yürüyerek geçeni
Çekip mavzerini çıkardı oyluk etinden
Durdu yarin kapısında

(BEN
DİRİMLE
DOĞRULURKEN)

Sis boruları ötmeye başladı yavrular
şimdi oradalar-Aşk delice kımıldamalı yatağından
Sen bir yıldız kaymasıyla yatağından
Üstüne alevleri alarak
Kemikli bir aşk gencinin kollarından tutarak
Sen kanın damarlara tutamadığı anlardan
Beni karnınla
Bir göz boğuşmasına daha kandırarak
Bul içe kapanık hayvanlarımı yalvarmalarınla
Üzülmüş
Belki dünyayla horlanmışım

Ansızın çok oradan görün orada
Bu siyah basmış kara akar deme-
Başka olmalı gövdemi denetleyişin
aşka hazır olan
...LARDAN. O KADIN'lardan

Halk aşksızca sokaklar
banka dükkânlarıyla doludur
Ellerimi kalp olmayan sularla
ıslamaya alışır o kızlar

-işte artık kaçmak işte durmadan karşımızdayken bile
-ılık ev girintileri
gizlesin daha köprüler
karanlık bedenleri

Her şey onlara göre - yamandırlar
Ansızın melek bekliyorum eski türk ezgileriyle
Senin asya'dan hiç yontmadan zarif bir cep saati yapışın
Asya Asya ve Asya diye yalvarışın
Sana ansızın alınyazımı ve kendimi ekliyorum
Aşka hazır aşka aç ve davetli
Ansızın melek bekliyorum
Asyayla ayağa kalkan
Melekler ellerinde gelenekle
İçinden hızla süt akımı geçiren mızraklar

Boydanboya girdirmektedirler gövdelerin içine
Nar doğuran - dikkatle nar doğuran
Hayvanı ve insanı aynı teklifle doyuran
Nazlı baharlarla

Hiç ağlanmadı
‘Biz çetin adamız ha’ ayrıca söylenmez
Anlaşılır
Ne yavuz kışlar
Kurt sıyrığı ayazlarla
Ne evren debdebesi bahar
Gerdan kırıp mendil düşüren kızlarla

Ayrıca söylenmez
‘Biz çetin adamız ha’

Doymuştur aşk bu gece en son buluşlarına kadar
Sen meleksi kadın bu gece kendini vermekle
İkiye yarıldın
Sen meleksi kadın bu gece
1000 yıl adına bilinmekle

Sen melek uyarmalarıyla
Uyarılan erkek
Bu gece bir şehvet azarladın
Hayvan kovdun
Yatağını yüceltenlerden oldun

Şimdi ev gebedir

Dağ kuşlukla uyanır -varsın uyansın-
Önce hafif bir uyku sisi
Tanrı evvelsiz sonrasız bir iklim gibi ordadır
Daim
Melek kanatlarından hava görünmez
Uzaklar yine de görünür
Ay dostlukla anılan bir komşu evidir

Kıl çadırlarla devinen o kavim göçü
İşte o kavim göçü
Dağlar ilk bez bizi
Çıplak ete kavuşan aşk sandı

Kadife döşer gibi toprağa işte öyle yürüyen
Ilık bir hava bürüyen
Gözleri o -rengârenk gözleri çocuk gözleri develerin
Çözülür ayakları

Kavim bu
Boynuna kan yürümüş
(Gözüne bir şey görünmüş)
-Nedir o görünen/ susalım/
Hayat her zerresi uyarılmış gibidir
-Çok acele
Kalp bir bohçanın içinde atmaktadır

Omurgasından mızrak yürüyor kavmin boynuna
Devler en som bir duruşla - Raptedilmiş
Çocuklar ağızlarından Ey Nazlı Ölüm
Ey Nazlı Bahar Marşlarıyla

Bütün bunlar nedir - sorulsa
Sorusuna
Ne can cevap kalmıştır
Kavim donmuş deve mıhlanmış
Kadın ateşle ateş doğumdan önce
Sığırlar kendi kendileriyle
Göz göze kalmıştır

Kavim seferidir evinden ayrılmıştır ama
Kendine varılan iklim ve toprak
/VAKİTTİR/ namaza durmuştur
Bin bireydir kavim
Bir tür kararla eğilip doğulmakta
Her candan bir cana
Bir candan bir cana
Sonsuza değin
Bir tavır bolluğudur kavim ama
Nihayet vaktidir VAKİT

Bu duruş en zarifi duruşların
Gidip endamlı dağlara
Beğendirmek için yeni gelinleri
O iklim kullandı hep
İnsanın en bilgelerini
Onlarla karşılanmak için baharda
İklim aranır her şeyden önce her olayda
Şerbet taslarında
Bir toprak okunmuş şeker dedenin avucunda
Genç bir kız kadar ağırdır
Bileceksin ey çocuk
Tatmıştın onu geçen baharda da

Kavim uyanan toprağı
Karşılarken - uyanıktır
Kavim Toprağı
Devirirken - uyanıktır
Kavimden biri varırken toprağa
-Uyanıktır O ve Kavim
Vardıktan sonra toprağa
Gaflet uyandırılmaz - kavim uyanıktır
O anne gibi verimlidir besmele çocuk için
O erkek
Karpuz dilimi gibi ortadır
O en yaşlı gelin
Ocaktaki çorbayla birlikte tütmektedir
O kavim için

‘Kışları göç içinizedir’ buyuruluyor
Büyük çadır en sevgili düşmana emanettir
Çorba dağıtılsın nefes ve el dağıtılsın
Yer ötesi ve yer eşit alınsın
Kadın ve erkek eşit durmaktadır-kadın arkadadır
İnsan hayada ve tanrıdadır
Ki kış ortasında kardan-bir duayla sıyrılıp
O derviş ağaç kupkuru dallarında
O meyvayı büyütüyor
O tiyek
Bir salkım -müthiş- üzüm
Uykuya tez doyanlar için

Saçlar uçuşur havalara sevinçle
şarkı şarkı içine
Cenkle bir üstün haberleşme ile
İnsandan insana hep akıl ve sezgilerle
O coşkun mutlu savaş dülgerleri
Kalbi çoğaltan bayramlar açtılar
Şimdi de açtılar
İşaret verin ve açtılar bütün köprüleri
Deniz yüce bir soluk denizidir-rotalar denizin kendisindedir
Kaptan sancakta bir tek an yaşamak yoluna
Bütün bir ömür ağartmıştır

Işıklar çoğalıyor içimizden birine
Kime bu davet
Limanı dolduranlar yanan insan meşaleleri
Yüzbinler taş kulelere yaslanmış söylüyorlar
-Rüzgâr nereden eserse essin güzeldir
Alevler bir ayrı alemdir
Dirlik sevinçtir - göç içimizedir.

Aşktan sonra sarhoşluk günümüz ülkemizde
Sevine sevine
Sağlımın elleri uzansaydı dağların eteklerine yer'in şarkılarına
Aşkın mağara kovulduklarındaki şarkılarına
İlkel bir duyguyla bağırır kalırdım
Yöremde mor lekeler gibi duran
Bir basamaklı melekler ve gelenler olur birden
Bütün meleklerden bir melek
-Bak diyor bakıyorum
ve bak diyor

Ellerimi bıçakla yontacağım deniyor
İlkel bir sevinç ve kan
şiir en safından
sonra soyut heykeller

Hiç düşmanım yok-üzgün söyleniyor
-Olmayacak mı hiç
Eziyor gururum onları
-Görün ey güzel düşman ey güzel düşman
Saraylarda geçti ömrüm seninle

Yüzüm aydınlık bakar elemlere
Yangın yerlerine
Coşkuyla selamladım bütün bayrakları
Düşman kadınlarını

Tanrım bu dağları da sen yarattın
Bana kattın
Bir bir okşadım
Sema yapan kırları

Âlemlere kalbimizi yeniliyoruz ve tutuşmuş geliyoruz
Yeryüzü batarsa batsın dayanamayıp o kavmin çadırlarına

Develer de tutuştu
Onlarla ayarlandık bir devinim bir devinim arkasında bütün devinimler
Kum kendi raksında beden aynı raksta
Karın bacaklara ulaşır öper onları ve uzaklaşır
Aynı yönde ve aralarında bir dünya vardır
Göğüs ahenkle havanın direncini kırmaktadır
Kalp ve balçıklı toprağı
Ağacın ve kayanın dizilimini

O tek kuyun yalnızca süzülüşünü
Ani bir haber gibi salt bir kez ötüşünü
Dinliyor kumu balçıklı toprağı
Ağacı kayayı ve kuşu

Uyku beladır göç içinizedir
Sabır ve zaman içinizdedir
Kadın ve çocuk içiçedir

Güneş vurmuyor -öyle söyleyin- üzerine döşeklerimizin
-Sokuluyoruz besmele ile kadının toprağına
(işte böyle söyleyin)
Öyle ki o kadınlar
Bağlasınlar doğanları tanrı bağlarına

Melekler kırmızı yanar
Kalbe tutuşan her şey kırmızıdır
Hele kalp hazırsa
“kentten” bir er kalkar - Onun eri
Kollar semayı deryayı korkularından
Yoksa aşk hemen kaçmak mıdır dağımıza
Söyleyelim ya hay ya huu
-Yolları aydınlık kıl yaradan

Kanla bir sabah
Akşam kanla

‘...ateş... ve öldüm...’ deniyor
-Oysa sorular verilmişti ona

Sorular yığılmış
aynı kaynaktan olana
Işık ve karanlık hakkında

Bu nasıl uzun uyanılmaz gibi
-Ateş ve öldün uykuyla

-Kurşunla yoklanması bir sorudur geri kalanlara
Taze doğanlara
Şehzadelerden de sorular kalmıştı ona

'Biz artık gitmeliyiz dağımıza anneciğim
Yorgun geldim savaşmadım ama
Bir ceset gibi ayaklarının dibindeyim'

'Biz artık
Gitmeliyiz dağımıza'
-Hayır olmaz
Durmalıyız burada şahinim

'Kezzap içsem
Daha kuvvetle can çekişirdim'
(dertten çıktık) söylendi (güzel bir kurtuluşa yöneldik) dendi

Heykel bekleyen kımıldamış
Abesle elele ahbap gibi
Avazı çıkanca bağırmıştır

-Durmadan deniyor ki vatanım neredir
Heykel ne diyor
Konuşmaz heykel
Felçtir

Karşılıklı
-Kaslarımız karşılıklı kasılsın
Olsun
-(Kalbimiz tüm insanın namına) iddiasında
-Dertten çıkmışsın ötekine kavuşmuşsun da
Diyor ki diyor ki
Geçmiş nedir kavim kimdir dert nerdedir

Kırbaçla ayağa kalkarlardı
'biz artık... anneciğim... dağımıza...'
ruhum geçer bedenine yüz bin kara nokta yemiştir soyrad
... ve nasıl olan oldu - o ve yeni uygar dostları
Bir noktalar anlaşmasıdır fabrika baca ve duman
Anne onları kapıya kadar uğurla gel

Delinen böğrüme bir set ger
'yapmayın yapmayın' çığlıkları
Güneş doğsun mu doğmasın mı kararsızım
Başlarını bana çevirmiş büyük baş hayvanlar
londra moskova vaşington berlin pekin
hava cereyanları sarsılan ikindiler
korkularımız intihar dönemlerinde
kötü bir alışkanlık peyda olmuştur
bağ budama hasat zekât
evlenme hoş görme
Buğday ve ekmeğe saygı göreneğine doğru
-İnce bir düşman yönelmiştir
-Hayır içimizden yönelmiştir
-Oh oh dıştan yönelmiştir
-Dıştan ve içten mi yönelmiştir
-Ne yönelmiş ne yönelememiştir
-Yönelememiş önele Miş

'Ey örtülerle donatılmış Mustafa'

-Oğlum sen artık
şarapnel gibi yağmalısın
düşmanı güzelce vurmalısın

'... biz artık dağımıza... anneciğim...'

(Komşudan o ölü de kalktı
Boşluğuna bir kırbaç uzatıldı)

(Çoktandır şu maraş kalesi hatıraları elinden alınmış bir
taş yığınıdır. -onların yerine bilardo masaları konmuştur -şalvarlı şövalye ve kovboylar bilardo oynamaktadırlar)

-Uykum geliyor kaderim yorula geliyor buz gibi eller
Bu yaz hayatı beğenemedin aklımda kandan gökdelenler

Ey aşk /... ve ey aşk mı dedin.../
Onlar küçücük küçücük gördü sana seslenenleri
Gücendirilmiş gibi kayboldun
Yerine piç döller yolladın

Komşudan o ölü de kalktı
Köyde devinimdir kırışık alın derileri kımıldar
Kaş ve kalp zorla - kıvranarak
Erkeklik ve kadınlık
Ölümün önünde değersiz ama siperdedirler

Bir değişime gibidir azrail-
Mezarla uğraşmaz toprağı insan kazar
O yere o ölü
insan kalabalığında ansız bir boşluk açılmıştır
alın kımıldasın
kalp kıvransın
Gölden ansız bir tabutluk su alınmış gibi
Bütün köy kımıldayacaktır/göl gibi

Azrail devinimle çevirir bir köyü
Bir insan kası - kadını kavrayan elleri
mezar kazar toprak karşı komaz aralanır
İnsan mezar kazar arada bar bar bağırarak
-Ey süleyman oğlu nalbant izzet - nice rençperlik ettin
Güneşin alnında bakır gibi göverdin

Toprak kaz arada bir ölü görünürlerde mi bak
-ahmet mehmet hasan hüseyin paytak mahmut babası
hacı izzet süleyman oğlu hey
nice öldün
neyledin
nasıl becerdin

Köyden o ölü kalkar
Süslenmiş kurdelalar takılmış bir koç
Kapıda tabut tahtaları arasında beklemektedir
Bayram değil seyrandır
Aşk aceleyle oraya buraya göz gezdirir
Sevgi sabırla ahır kapılarından süzülmektedir

Köyden o ölü de kalktı
-Sen de kalk sesini hayvan sesleriyle yuvarla
Köy bir ahenk kuşu sesi çıkararak
Kasabaya bir ölü haberi uçursun
Minarelerden ölgün bir kol gibi sarksın ölü selâsı
/.Ölü ilk kez müezzin-minare uyarmalarıyla dirilmektedir
Köyden kasabayı dürtmektedir./
Bedir efendi durur selâyı dinler -Kim'ola-
-(Ben yüz yıl oldu babasızım) boğuk
(Çukurovada eski kale burçlarıyla itişirdi akranlarım)
(Sağ elim sualtı zengin bir köydü damağımıza kadar pancar)

(O ufak çocuklardık - Bakışları)
(Olmaza karşı koyuşları)
(Şimdi köy acı'dan eğilmiştir)
Ben ölümle eğiliyorum)
(Barsakları düğümlendi koyunlarımın)
Bedir efendi durdu selâyı dinledi -Kim'ola-
Evlerden yarış atları gibi çocuklar fırlar
Daha ilk nağmesinden alırlar ölüyü
Burunlarıyla kim ölmüş sorusunu soluyarak
Yokuşlara bir nefeste bayılırlar
-Öyle bir çocuk tanıdım
Karşılaşınca başka çocuklarla hızlandı

Minarenin kapısında bir çocuk halkası
Müezzinle inecektir ölü
Ölü çağırır çocukları alıştırır camiye
Ve ölüyü eve ulaştıran çocuk
Kutlu çocuktur
Taşıdığı haberle masum onunla dopdolu ve büyük
Ölü adı taşıyan çocuklar dönüşlerinde
Şehri ağırlaştırırlar - Minare yükünü atmış
Yeniden serpilmeye başlamıştır
Süleyman oğlu hacı izzet evlere
bir sepet incir gibi dağıldı
evlere süleyman oğlu hacı izzet

Müezzin kıs kıs gülmektedir
kasabada evler -bir hacı izzettin varlığını bilmemekten-
keder içindedir

nine: kim'ola hacı izzet
birazdan halk top gibi patlar
-kasabalı değil hacı izzet bülbüllüdenmiş
-oh oh bülbüllüdenmiş
bütün evlere şimdi büyük
büyük bir memnunluk çağlamaktadır

Cahit Zarifoğlu

6 Temmuz 2008 Pazar

Gidenlerin Ardından Dua ile....



Ülkemizin yetiştirdiği büyük değer, iş dünyamızın ve spor camiamızın erdem timsali ismi Hasan Doğan'ı kaybetmenin tarifsiz acısı içindeyim.

Yüreği ülkesi için atan, Futbol Federasyonu Başkanlığı görevini yürüttüğü kısa süreye birçok proje ve başarı sığdıran, milli takımımızın Avrupa Şampiyonası'nda elde ettiği başarının baş mimarlarından olan ve tüm Türk milletinin kalbinde taht kuran Hasan Doğan, birleştiriciliğiyle de futbolda barışın ve beraberliğin temsili olmuştur.

Spor tarihine ismi altın harflerle yazılacak olan Hasan Doğan'a, Allah'tan rahmet, kederli ailesi, yakınları, dostları, futbol camiamıza ve tüm ulusumuza başsağlığı dilerim.



Sizin Hiç Babanız Öldü mü? / Cemal Süreya


Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.
Yıkadılar, aldılar, götürdüler.
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum.
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taslara gelince hamam taslarına
Taslar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taslarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?

Gidenlerin Ardından Dua ile....

HİCRET BURCUNDAN

Elveda Vatanım; doğduğum toprak
Bedenimin eczası;
Akan suyu biten meyvası
Damarlarımda kan olan!
Acizlendiğimde gözyaşları dökerek
Üstünde umutlar yeşerttiğim;
Sokaklarını, bahçelerini, çeşmelerini
Ezbere bildiğim.
Anılarımın tarlası;
Kimliğimin mayası;
Çocuklarımı büyüttüğüm;
Kadınımla paylaştığım;
Anamı babamı emanet ettiğim toprak,
Elveda!

Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

ÖLÜMÜN SESİ

Aziz kardeşim Yusuf Erzincani'nin anısına


Ölümden bir işaret var her şeyde

Ölümün sesini duyuyorum şarkılarda türkülerde:

--- Kışlanın önünde redif sesi var
Namluların ucunda ölümün sesi!

--- Bir ay doğdu geceden oy oy
Karanlığın ağzında ölümün sesi!

--- Erzurum dağları kar ile boran
Vadilerin koynunda ölümün sesi!

--- Ezo gelin durmuş bakar yollara
Umudun ardında ölümün sesi!

--- Bir ihtimal daha var
Umuttan da öte ölümün sesi!

Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

ÖLÜ VAKİTLERİ YAŞAMAK İHTİYAR EVLERDE

Duvarları çatlak
Tavanı dökülmeye hazır
Temelinde bitlerin karıncaların ince bacaklı böceklerin
gezindiği
İhtiyar evlerde
Zamanı çekip üstümüze
Örtüyoruz kirli ve açık yerlerimizi.
Bir şey mi var
Sandık diplerinde saklanan merdiven altlarında
unutulan
Ahır köşelerine atılmış paslı çivilerine asılmış duvarların
Nedir bizi bağlayan bütün bunlara ve geçen zamana.
Siz oturdunuz mu hiç kıldan ince uçurumlarda
Biz yatıyoruz her gün beli bükülmüş duvar diplerinde
Uykumuz ürkek ceylanlara benziyor
Bazan yorgun taylara.
Biz sessiz ve kaygan zaman üstünde
Unutmuş ve aldırmaz görünüyoruz
Gıcırtılı merdivenlerden çıkan ölümü.
Biliyoruz işliyor saat tıkır tıkır
Her yerde ve her şeyde
Sesini çizerek sonsuzluğa
Tıkırtıların kımıltıların ve uzayan ağaçların.
Ve aklın dar yalnızlığında

Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

DİRİLİŞ SAATİ

Ey bir emre hazırlanan simsiyah gecede
Karanlığı emip emip de gebe kalan
Ey her depremden sonra biraz daha doğrulan
Herkesin
Veba girmiş bir şehrin hem halkı
Hem seyircisi olduğu bir günde
Ey düştüğü yerden kalkmaya hazırlanan ülke.

Her damlası bir zafer müjdecisi
Bir posta eri gibi
Yağmur yüzümüze değince
Çıkacağız yola.

Çıkacağız yola
Hesap günü gelince
Yağmur yüzümüze değince
Güneş bir mızrak boyu yükselince.

Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

ÖLÜME SAYGI

Ölüm bir melek elinde gelir

Ve öper usulca çocuk yüzleri.
Belki bir gün kurtuluruz
Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla
Kaplumbağaların hasret kaldığı derin tepelerde
Çocuk gibi bakalım mavi sulara
Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz
Sislerden dumanlardan yollara atılan
mısır koçanlarından
Belki tutarız birgün belki kurtarır bizi
Simsiyah saralım bezlerle dağları rüzgarları
Gül bahçeleri ağlasın
Dallarda salınan çocuk salıncakları ağlasın
Kırmızı balonlar bizsiz kaybolsun gökyüzünde.
Haydi sığının şehirlere

Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze
Kalsın titrek ve mavi elleriniz
Bekleyin geliyor ölüm usulca
Usulca girer koynunuza.

Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

VEDA

Bu şehirden gidiyorum
Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi
Gururu yıkılmış soy atlar gibi
Bu şehirden gidiyorum

İnsanlar taş gibi bana yabancı
Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarlarda
Bir tambur bir yalnızlığı anlatıyorsa
O ışıksız pencereden
Ben onu bile bile duymuyor gibiyim.

Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.

Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

KENDİ ÖLÜMÜME AİT BİR DENEME


Bir gün öleceğim biliyorum
Bunu her an ölür gibi biliyorum

Anamın yüreğinde bir kor
Ölene dek sönmeyecek bir ateş
Kımıldanıp duracak hep

Karım bomboş bulacak dünyayı
--- Nolurdu birlikte ölseydik, deyip duracak
Oysa insan yalnız ölür
Ama o olmayacak dualarla teselli arayacak

Kızlarımın gırtlaklarında bir düğüm
Bir süre kaçacaklar insanlardan
Boşluğa düşmüş gibi bir duygu içlerinde
Sonunda onlar da kabullenecekler öylesine

Ölümüme en çabuk dostlarım alışacaklar
--- Yaşayıp gidiyorduk yahu
Ne vardı acele edecek!
Diyecekler

Biliyorum yaklaşıyoruz her an
Biliyorum oruçlu doğar insan
Ölümün iftar sofrasına.

Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

Sana, Bana, Vatanıma, Memleketimin İnsanlarına Dair
“Telgrafın tellerini kurşunlamalı”
Böyle değildi bu türkü bilirim
Bir de içime-
Her istasyonda duran sonra tekrar yürüyen-
Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar dökerek
Bazen gelmesi beklenen bazen ansızın çıkagelen
Haberler bilirim, mektuplar bilirim
Gamdan dağlar kurmalıyım
Kayaları kelimeler olan
Kırk ikindi saymalıyım
Kırk gün hüzün boşaltan omuzlarıma, saçlarıma
Saçlarının akışını anar anmaz omuzlarından
Baştan ayağa ıslanmalıyım
Gam dağlarına çıkıp, naralar atmalıyım
İçimde kaynayan bir mahşer var
Bu mahşer bir de annelerin kalbinde kaynar
Çünkü onlar, yün örerken pencere önlerinde
Ya da çamaşır sererken bahçelerde
Birden alıverirler kara haberini
Okul dönüşü bir trafik kazasındaCan veren oğullarının
Bir de gencecik âşıkların yüreklerini bilirim
Bir dolmuşta; yorgun şoförler için bestelenmiş
Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine
Karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin
Beton apartmanların sağır duvarlarını yumruklayan
Ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde
Örneğin hint okyanusu gibi derinİsyanın kapkara sularına dalan
Nice akşamlar bilirim ki
KaranlığınıBir millet hastanesinde
Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda
Başını kalorifer borularına gömmüş
Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiblerden
Haber sormaya korkan genç kızların yüreğinden almıştır
Bir de baharlar bilirim
Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği bilemeyeceği
Anadolu bozkırlarındaİstanbuldan çıkıp, Diyarbekire doğru
Tekerleri Yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğuyla içen
Cesur otobüs pencerelerinden
Bilinçsiz baş kaymasıyla görülen
Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıklarıtarla kenarlarında
Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış ırgat çocuklarının
Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken
Diğer ellerinde sarkan yemyeşil bir soğanla gelen
Yazlar bilirim, memleketime özgü
Yiğit köy delikanlılarının
İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları
Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan
Üstüne cehennem güneşlerde mor sineklerkonup kalkan
Diğeri kan-ter içinde yayla yollarında
Mavzerinin demirini alnına dayamış
Yüreği susuzluktan bunalanİçinden mapushane çeşmeleri akan
Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp
Apansız silahına davranan
Nice delikanlıların figüranlık yaptığı
Yazlar bilirim memleketime özgü
Güzler bilirim, ülkeme dair
Karşılıksız kalmış bir sevda gibi gelir
Kalakalmış bir kıyıda melul ve tenha
Kalbim gibi Kaybolmuş daracık ceplerinde elleri
Titreyen kenar mahalle çocukları
Bir sıcak somun için
Yalın kat bir don için
Dökülürler bulvarlara yapraklar gibi
Kadınlar bilirim ülkeme ait
Yürekleri akdeniz gibi geniş
Soluğu afrika gibi sıcak
Göğüsleri çukurova gibi münbit
Dağ gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasıl beklerse
Öyle beklerler erkeklerini
Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi
İsyan şiirleri bilirim sonra
Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden
Harfler harp düzeni almıştır mısralarda
Kimi bir vurguncuyu gece rüyasında yakalamıştır
Kimi bir soygun sofrasında ışıklı salonlarda
Hırsızın gırtlağına tıkanmıştır
Müslüman yürekler bilirim daha
Kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet
Eller bilirim haşin, hoyrat, mert
Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır
Her kırışığı, sorulacak bir hesabı
Her çizgisi, tarihten bir yaprağı anlatır
Bütün bunların üstüne
Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim
Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim
Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli
Adın kurtuluştur ama söylememeliyim
Cankuşum umudum canım sevgilim.
Bülbülderesi - 1971
Erdem Bayazıt

Gidenlerin Ardından Dua ile....

Şair, fikir adamı Erdem Bayazıt, gerçek şiiri arayan, bulan ve insanlarıyla
paylaşan zarif bir seyyah.
“Büyük Doğu” dan beslenen, “Diriliş” le ayağa kalkan, “Edebiyat” ve “Mavera” arasında mekik dokuyan sahici bir sanatkâr.
İlhamını idealleriyle buluşturan, “iç mücadele” nin büyük savaşçısı.
Kendi toprağında ayağı yere sağlam basan bir münevver, millî ikliminde dolaşan bir mefkure adamı, memleket bahçesinde aşk türküleri söyleyen bir âşık.
Bizden, içimizden, özümüzden, “yedi güzel adam” dan biri.

Gidenlerin Ardından Dua ile....


'Ben şimdi üstüne güneş doğmayan bir denizim'

‘Bir gün öleceğim biliyorum

Bunu her an ölür gibi biliyorum.’

Dedi ve Rabbimize kavuştu.

Ruhu şad olsun Makamı cennet olsun.

Efendimizle birlikte olsun.

Amin Ya muiyn.

Üç ihlas bir fatihayla o bir mü’mindi.

Tanıklığımız kutlu olsun.

Başımız sağ olsun.

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

Gidenlerin Ardından Dua ile





Edebiyat dünyası Erdem Bayazıt'ı kaybetti

Diriliş Şairi Erdem Bayazıt, dün İstanbul'da vefat etti. En çok bilinen şiirlerinden birinde dediği gibi, 'ölümsüzlüğü tattı'.
Uzun süredir kanser tedavisi gören Erdem abinin sağlık durumu son zamanlarda iyileşmeye durmuş, bu da dostlarını umutlandırmıştı. Erdem Beyazıt abi ile bir ekip çalışması içinde uzunca bir dönem paylaşmıştık,bu süreç benim için her açıdan büyük kazanımlar edindiğim bir süreç olmuştur.Tanıdığım en naif,birleştirici,merhametli ,sakin.sağduyulu şair yürekli insandı .Erdem abimize Allah(cc)tan rahmet ,acılı ailesi ve dostlarına sabır diliyorum.


Şiirlerin boynu bükük,benim gönlüm mahsun şimdi


Yok Gibi Yaşamak


Boğuk bir bakışın oluyor senin

Bir girdap derinliğinde kayboluyor gibiyim

Yok gibi yaşamak bu kalkıp kurtulmak gibi kalabalıktan

Durma bana türkü söyle

Anadolu olsun Susuz dudak gibi çatlak olsun

Karanfil gibi olsun kara çiçek gibi solgun yüzün

Durmadan akıyor kalbim ayaklarına bana karanlık bakma

Ağlıyorum bir karanlık karayel saçlarına

Çekme ülkemden nar yangını gözlerini

Beni bu kentten kurtar beni yalnız ko git beni

Arıyorum arıyorum o ilk çağ ırmaklarında sedef ellerini

Susmam seni ürkütmesin içimde çağlar var bilmelisin

Katı bir yalnızlık bu bilmelisin

Kaçmam kendimi bulmam ben senden yoksunum iyi bilmelisin.

Şu yalnızlık çıkmazında önümde niye sen varsın

Niye herşey bir anda kayıyor sen kayıyorsun

Kalbim niçin bu kadar yabancı sen niye yoksun

Bir sam yüklü geceleri içimden atamıyorum

Niye bunları bir anda unutamıyorum

Hadi tut elimden gök gibi ölü kadar yalnızım.
.









5 Temmuz 2008 Cumartesi

Dost Kalemler



KALEMİN VAZGEÇİLMEZ İRADESİ BESMELE OLUNCA...



'De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa,Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını daha getirsek yine yetmez.' (18/109)
Merhaba mahiyetindeki bu yazımızda yazmak fiiline “niçin, nasıl, ne zaman gibi sorular soracak, kendi tecrübemiz üzerinden vereceğimiz cevaplarla kelimeyi lugatten alarak hayata katmaya çalışacağız.
Doğrusu, varoluşsal bir değer atfettiğim bu soruları, uzun zamandır zihin gündemimin öncelikleri arasında gezdiriyordum. Hattâ zaman zaman başlığı farklı da olsa bazı konuşmalarımda, konuya değinmekten kendimi alamamıştım. Artık yapılacak şey; kalemi ele, ilhamı kâle alarak, hal niyetine bir besmele-i şerif davet etmekti ki, zaten tavr-ı mutadım olan bu durum, üstelik bu defa yazımın da muradıydı: Yazı ve şiirlerimin ve de her fiilimin, gaflete mağlup olma dışında hemen istisnasız başlangıç hakkına sahip olan manâ iksiri bu terkip, şimdi de inanç sahibi bir -ya da her- kalemin serüvenindeki mutlak üstünlüğüyle ilgili bir denemenin doğrudan konusu olacaktı… Aslında günler öncesinden edebi ürünlerin ilhamla bağlantısı konusundaki zihnî mesaimi tetikleyen şey, Orhan Pamuk’un malum ödül sonrası verdiği röportajların birinde ilham ile yazmak arasında kurduğu olumsuz ilişki olmuştu. Yazmak için ilhamı beklemenin gereksizliğinden, yazmanın sadece sıkı bir çalışma ve disiplin işi olduğundan ve kendisinin de yazarlık başarısını bu sonunculara borçlu olduğundan dem vuruyordu Nobelli yazar.
O gün bugündür zihnimin masaüstünde yeni bir klasör açtım ve konu üstünde gide gele imâl-i fikr etmeye koyuldum. Sahi ilham da neydi ki? Yazmak istediğinizde kalemi elinize almanız, –“al eline kalemi, yaz başına geleni” değilse de– aklınıza geleni ve orada birikenleri kayda almak için çalışma masasının başına geçmeniz kâfi değil miydi? Biraz klasik müzik; biraz Boğaz manzarası ve birkaç neskafe keyfiyle birleşince, Word 2007’nin mahir yazılım desteğinin de eşliğinde, söyleyecek sözü olan her fâni, istediğini istediğince dökemez mi ortaya bu fani dünyada… Dünyanın hâkimi insan olduğu gibi, sözün hâkimi de yazar değil midir haddizatında? Bir kere hakimiyet duygusuna kapılmaya görsün kalem, şu kapitalist şu modernist zamanda! Şifresini sadece patronlarının bildiği ve bu imtiyazla muktediri oldukları Küresel Kasanın fikir babalığına kuruluverir o saat. Dişli Kalemler, hırslı tanrıça Mammon’un buyurduğu rekabet ve kibrin merkezkaç gücüyle dönen global çarkın dişlileri olurlar bir bir… Adına “hâkim ideolojik yöntem” mi, “siyasi araç” mı artık nasıl denilirse, Global sistem tarafından belirlenmiş politik düzen-ler-in güçlü sözcüleri, dahi gözcüleridirler artık onlar. Bir an bırakmaksızın alırlar sazı ellerine ve o masum enstrumanı da, gayelerine vasıta kıldıkları her araç gibi ideolojik bir aygıta dönüştürüverirler anında. O telli saz artık bu akortla, “ne ayet dinler ne kadı”. Çünkü bunu çalan, rivayeti –hatta kerameti– kendinden menkul biri olarak her şeyi zaten “bilir kendi”. Çünkü kendileri zaten, Descartes’tan beri sadece düşünürken var oldukları gibi, her şeyin ölçüsü olma hakkını çok daha öncelerden taa Protogoras’tan beri elde etmişlerdir ne de olsa…
Bazen çaldıkları minare bile olsa, -ki daim minareye, ezana, tesbihe çalakalem girişirler yurdum versiyonları- rüzgar ola ki tersten estiğinde kalem yordamıyla kılıf hazırlamak bir şekilde öğretilmiştir onlara nasıl olsa… Şimdi şöyle sorabilir okuyucu: “Şeytan bunun neresinde, ilham bunun neresinde”? Asıl konuya gireceğimiz ve rotamızı maddi âlemin inhirafından mâna âleminin inşirahına çevireceğimiz yer, tam da bu nokta işte… Hayatlarının her anında, her güzergâhında, Allah adı ile hareket etmeyi, fiillerinin O’nun varlığı ve kudreti ile alâkasını, başarılarında O’nun lutuf ve kereminin hakkını unutmayanlar yani Elestü bezminde ve İkra meclisinde Besmeleye and içmiş, ihsan ve ikram ehli, mevzuya tam da bu noktada bahis olacaktır. Aynı zamanda ilham delisi kalem erbabının dahi yazı mecrası, macerası, hatta mahreci -bazen zımnen bazen alenen- aynı bahisle dile gelecektir yine O’nun izniyle…
Hayatını, besmele şuur ve sorumluluğu etrafında, Rahman ve Rahim Allah adına ve adıyla şekillendirme tercihinden itibaren insanoğlunu, hayati bir temrin daha beklemektedir: Üstad Hamidullah’ın beliğ ifadesiyle “Allah’ın huzurunda hissetme yeteneğini geliştirmek” demek olan “ihsan” hali, hayatının vazgeçilmez ve nihai mahalli olmalıdır bundan sonra. Huzurullah muradı, bir kez ruhun irade ve imkânı, neşve ve ızdırabı, hâsılı mızrabı olduğunda, ruh iklimi de, ihsanın vahdet ve muhabbet tayfına bürünüverir o anda…
Aslında o mâhiler, bilseler de bilmeseler de, onlara ikram olan bu derya içre her ne varsa aşktır, ilhamdır oysa. Hücreden galaksiye, âşikârdan gizliye, sebepten neticeye, inceden inceye her ne vâr ise… Ve her bir mâhi bilmese de tâbidir ilham akıntısına. Öyle ya aksi halde bu coşku, bu heyecan, bu canan gibi gönül veriş nasıl izah edilebilir kaleme ve kelâma? Madem O’ndandır, madem ihsana doğru bir imkândır, o halde başa her ne geldiyse armağan, ruha her ne doğduysa ilhamdır… İlhamdır gün, gece ilhamdır. Vakit ilham, nefes ilham, sükût ilhamdır. Hamdır gayrısı; dahası, muğlak ve muhaldır. Oluk oluk akar ilham kâinata… Şefkat olur, rikkat olur kalbe dokunur, ilmek olur tezgaha, hüner olur işe, sese ahenk olur, ebru olur doğar suya, hat olur, söz olur, mısra olur yağar kaleme, akar kağıda… Her an bu tılsımla dokunur erbabı kaleme ve ilham ehli aynı tılsımla okur, kalemden döküleni. Ustaca fark eder farkı, cezbolur: “Bu der, bu söz, ilhamlı bir özden gelmektedir, bu kalem ‘nun vel kalem’e ve kelamın mutlak sahibine davet etmektedir beni.” Cazibe merkezi, yalnız nesir, yalnız nazım değildir ki! İlim dahi bu iklimde kıylü kal değildir artık. Mantık ilmi, felsefe, cebir, fizik, hendese, ilm-i içtima, sanat-ı nefise, kadim ve nevzuhur, cinsi ne ise bütün ilmiyyat O’ndan gelen ve O’na götüren bir işarettir ilham meclisinde. Tıpkı Mikail’in rahmet devşirmesi gibi bölük bölük Melaike, ilham devşirir an be an, Sema’dan Yeryüzüne. Hattâ bazı kalem güzelleri, kendi mizaç ve meşreplerine özge bir Melaike olduğuna dair kuvvetli bir zannı galibe sahiptirler gönüllerinde. Böyle ilhamdan mülhem bir gökkuşağı altında, maksat ne olursa olsun; her harf, her kelime, her ifade rızaya matuf bir renge büründüğü gibi, okuyanın, ilhamının tecrübe ve kaynağıyla vuslatı, yazanın yegâne emeli olur. Bu idealle, yalnız kendi insanına değil, bütün beşeriyete sayfa açar yazar. Bu ümitle okur, bu ümitle yazar. Bu iştiyakla, eline kalem verene, diline kelam buyurana açar yüreğinin ellerini sonuna kadar...
İşte bu yüzden tam da bu yüzden yazıya Allah adıyla ve adına başlamak ve yazılandan O’nun muradını ummak, hayata O’nunla başlamak ve hayatı O’na has kılmakla eş değerdedir. Bu duygunun ve bu duyguyu bir meleke, bir ahlak umdesi haline getirmenin, istikameti geliştirmenin adıdır ihsan. Emrolunduğu gibi istikamet üzere olmanın, neden Son Peygamber’in amber kokulu, nur dokulu saçlarını ağarttığını düşünmenin adıdır. Bu yüzden o meşhur hadiste, saçı geceden kara, libası karlardan ak, yolu çok uzak fakat üzerinde yolculuğa dair hiç bir alamet taşımayan o Melek tarafından, İslam ve İman ile birlikte son kertede beyan edilmiştir. Bu yüzden o günden beri Ayet dinlemez, Hükme Hikmet’e gelmezlerin aksine ilahi fermana, gönül verenler hayat çizgilerinin her noktasını ihsan ikliminin münbit yağmurlarıyla sularlar… Her yürek kendi kabına ve menbaına göre ıslanır ilham yağmurlarından. Zaman zaman kırk ikindilerin, sağanakların, kimi zaman meltemlerin, sabâların yolu gözlenir. Fakat hiç kurak kalmaz kalemler, mürekkepler hiç kurumaz, hiç tükenmez vahiy yolunun müstakim kâtipleri… Denizler tükenir de tükenmez çünkü O’nun sözleri… Bundandır, biz ilham ehli, O’nun adı ile dokunuruz Kelam’a, kaleme. Bismillah der ve yazarız sözümüzü. Söze dökeriz özümüzü… Rahmandan hepimize, Rahimden yalnız bize gelenle yazarız… Yalnız kalemimize ikram ve ilham edilenle… Kınından çeker besmeleyi, dalarız söze… Ve aşka şahit tutarız dû cihanda sözümüzü…
Dr.Selma Ümit Karışman

3 Temmuz 2008 Perşembe

MANEVİ DÜNYAMIZ


Her şey kendisinden öte bir amaç için vardır.

Kendisini aşmayan şeyler için “işe yaramaz” deriz.

Örneğin bir kalem yazmıyorsa, kendini aşmıyor demektir.

Bu haliyle kalem bile değildir.

Kendini aşmayan kalem kendine bile kalem olmaz.

Kalem kalamaz.

Kalem, kalem ise yazmalıdır.

Yaza yaza eksilmeli, eskimelidir.

Kâğıtla buluştukça, el üstünde tutuldukça, kalemden fazlası olur kalem.

Kâğıtlar üzerinde hiçleşir yok olur ama bıraktığı izlerle yeni baştan var olur.

Peki ya kalemin yazdığı kâğıt okunur değilse, kâğıt olarak kalır mı?

Mektup diye adlandırılabilir mi?

Yazı da, kâğıt da olduğundan fazla olmaya adaydır.

Bir çift göze değmeye değer olmaları gerekir.

Bir aklın kıvrımlarında yeni baştan akmalıdırlar.

Bir kalbin taraçalarında yeniden kanatlanmalıdırlar.

Okunamayan mektup “mektup” olarak kalamaz. Anlamsızlaşır. Kâğıdı paçavralaşır. Yazıları kargacık burgacık çirkinliklere iniverir. Kendini aşmayan bir şey kendisi bile olamaz ilkesi bir kez daha okunur böylece.

Okunmaya değer bulunmuş bir mektup kıvrılır bir kenara. Belki atılır.

Belki bir daha okunmamak üzere saklanır.

Tüketilir ama fazlasıyla var olur bir insan gönlünde.

Bir ruhtan bir ruha köprü olarak gidip gelir.

Küskünlük sellerini, suskunluk vadilerini aşar. Mektuptan fazlası olur.

Kelimelerin gömleğine sarılı anlamlar, harflerin el ele tutuşarak taşıdığı mesajlar kâğıttan da, kalemden de, yazıdan da ötedir.

Peki ya mektubu okuyan insan? O nerededir? Anlamların buluştuğu bir kalbin sahibi olarak kendisi kendisiyle yetinmeli midir?

Varlığın böğrüne eklenmiş bir soru işareti olarak kendini bitmiş bir cümle olarak mı görmeli? Varlığının anlamına nokta koyup kapatmalı mı cümleyi?

“Ben benden ibaretim!” deme hakkı var mı insanın? Kendini aşmayan şeyler kendine kalmazdı haniToprağa tohum nasıl atıldıysa, insan da yeryüzünün toprağına öylece atılmıştır.

Tohum toprağa atılır. Üzeri belki çamurla örtülür.

Derince bir çukurda tutulur.

Bunu yapan çiftçiler, tohumdan tohum olmaktan fazlasını bekler. Tohumu toprağa toprakta kalsın diye atmazlar elbet!

Faraza öyle sanırsa tohum, çürür, kaybolup gider. Yeryüzüne başını uzatmadığı için kaybedildiği bile fark edilmeyen talihsiz bir kayıp oluverir.

Eksikliği çekilmeyen bir eksik olmak ne büyük eksikliktir! Arayanı olmayan bir kayıp olmak ne acı bir kayıptır!

Tohumun kalbinde filiz olmak yazılıdır.

Tohumun özünde dal budak olup göğe uzanmak, yaprak yaprak, çiçek çiçek büyümek, meyveye durmak kayıtlıdır.

Tohum, kendi kabuğunun içine hapsolacak kadar küçük değildir.

Görünür hacminin sınırları içinde kalma hakkı yoktur. Kabuğunu çatlatmalıdır. Kendini aşmalıdır. Kendinden öteye uzanmalıdır.

Kendinde kendinden fazlası olduğunu inanmayan bir tohum, “tohum” bile olamaz. Toprağa atılmaz.

Ekilmez. İnsan da öyledir işte.

Kendinde kendinden fazlası olduğuna inanmalı.

Kalem gibi eksildikçe yazmalı. Eskimeli ama yazmalı, iz bırakmalıdır.

Kalem gibi sivrilip güzelce yazma uğruna ömrü kısalmalıdır.

Tohum gibi kabuğunu çatlatmalı. Dünya toprağına razı olmamalı.

Dünyada-şimdilik-olduğunu ama dünyadan ötesine yazgılı olduğunu hiç unutmamalı.Dar bir ayakkabı giydin mi hiç?

Ayaklarını sıkan ama bir türlü çıkarmak istemediğin bir ayakkabı.

Buraya fit olan o dar ayakkabı içine koyar kalbini-ayaklarını değil.

Buradan ötesini istemeyen kalıbının bir andan bir ana geçemeyen daracık hapsine sıkıştırır kalbini.

Sonsuzluğa açılan, temkine gelmeyen kalbinin kanatlarını bir tutam yem uğruna kafeslerde kanattıkça kanatır.

Kalbine bir bak.. Ne kadar çok emelleri var! Ne bitimsiz aşkları var! Ne usanmaz hayalleri var. Umutların ömrünün sınır çizgisinin çok çok ötesinde…

Emellerin ecelinin eşiğinden çok ötelere uzanıyor.

O yüzdendir herkes ama herkes ecelinin eşiğinde tökezler.

Kaçınılmaz sondur bu. Öldüğüne razı olan yoktur.

Son nefesini alırken, nefese doyan yoktur.

Hangi yaş olursa olsun, ömrün bitişine razı olduğun bir rakam gösteremezsin. Ayağın takılır ecel eşiğine.

Gönlünün gözü ötelerde gördüklerine kilitlendi diye…

Ayağında dar ayakkabılarla nereye böyle?


(Senai Demirci'den alıntı)