29 Aralık 2008 Pazartesi

Bu vesileyle tüm mü'minlerin hicreti kutlu,yeni yılı mutlu,huzurlu ve hayırlı olsun inşallah.



"Ya Rabbi, bu yeni senede beni mağfiret-i ilahine, rıza-i ilahine ve hidayet-i ilahine mazhar eyle.Yeni açılan amel defterime rıza-i ilahine muvafık amel ile doldurmayı bana nasip eyle.Beni gadab-ı ilahine duçar edecek amellerden muhafaza buyur"

bu duayı gerçekleştirebilecek, buna mazhar olabilecek ameller yapmayı ve hicretler gerçekleştirmeyi nasip etsin Rabbimiz cümlemize.
her anımızda "kötülükten iyiliğe geçiş hicreti" yapabilmek için inş hicret senemiz olsun.

Hayat hicrettir, mümin müebbet muhacir

İşte bugün yer yüzünün dört bir yanındaki mazlumlara ışıktır… Muvahhid mü'minlerin "geleceğiz, o günü bekleyin!" diye haykırmasıdır… Müslüman hicret ederken "Hüzün Türküleri" değil, "Zafer Muştuları" söyler… Gönlünde hüzün değil, heyecan vardır… Aklında yenilmişliğin hazin psikolojisi değil, kazanacak olmanın haklı gururu vardır… HİCRİ YILBAŞI Takvimler 22 Temmuz 622 tarihini gösteriyordu. insanlık tarihine damgasını silinmez bir biçimde vuracak bir olay gerçekleşti: Hicret!..

İnsanlığın 'merhamet pınarı' Efendimiz, susuz yürekler ve aç ruhların önüne kendisine indirilen gök sofrasını cömertçe sundu. Bir güneş gibi doğmuştu o; yalnız kuzuların değil sırtlanların da, yalnız güllerin değil dikenlerin de, yalnız bülbüllerin değil akbabaların da, yalnız masum bebelerin değil azgın haramilerin de üzerine doğan bir güneş gibi.
Tek derdi vardı: Bu gök safrasına bir fazla insanı oturtmak. Bir fazla aç ruhu doyurup, sahici ve kalıcı özgürlüğün ve güvenliğin adresini göstermek. Mutluluk ırmağının Mutlak'tan doğduğunu öğretmek. Gerisinin hoş olsa da boş olduğunu, laf u güzaf olduğunu göstermek…
Su ile serabı ayıracak akletme yeteneğine sahip olanlar Merhamet Pınarı'nın başına koştular. Kana kana içtiler. Onunla gönderilen gök sofrasının başına oturdular. Ruhlarını doyurdular. Gözlerine fer, ellerine güç, dizlerine derman geldi. Çünkü yüreklerine ferman geldi. İlahi ferman sayesinde imanın sınırsız imkan olduğunu keşfettiler. Önce kendi zindanlarını yıktılar. Vahyin inşa ettiği bir tasavvur, akıl ve şahsiyetle hayatlarını yeniden inşaya koyuldular.
Su ile serabı ayıracak yetiden yoksun olanlar, bir serap uğruna Merhamet Pınarı'na cephe aldılar. Bunun anlamı yalanın hatırına gerçeğe nişan almak, "yok" için "var"ı feda etmek, karanlığı savunmak adına güneşi mahkum etmek demekti. İnsanların bu suya erişmesini engellediler. Ulaşanların içmesine mani oldular. İçenleri tahkir ettiler, tehdit etiler, taciz ettiler. O da olmadı işkence ettiler. O da olmadı canlarına kastettiler. Giden kurtuldu, gitmeyeni katlettiler.
Merhamet Pınarı'nı acımasızca taşladılar. Suyunu kirletmeye yeltendiler. Beceremeyince bu pınarın suyunu kesmenin tek yolunun onu ortadan kaldırmak olduğuna karar verdiler.

Her kararın üstünde bir karar vardı. O karar geldi ve "Büyük İslam Medeniyeti"nin doğum süreci başladı. Hicret, işte bu sürecin adıdır.

Hicret, imkanların tükendiği yerden imkanların üretileceği yere taşınmaktır.

Hicret, "Bittim ya Rab!" diye dua edene, "Yettim kulum!" diye gelen icabettir.

Hicret, elde etmek için feda etmek, sahip olmak için kurban etmek, bulmak için yitirmek, almak için vermek, kalkmak için (yola) düşmek, girmek için çıkmak, kalmak için gitmek, kavuşmak için terk etmektir.

Hicret düşmanla sınanmak, dostu sınamaktır.

Hicret düşmanla, hem de gücünün son noktasına kadar sınanmaktır. 'Devrim Dağı'nın yani Sevr'in tepesine, en tepesine, 'bittim noktası'na çıkmaktır. Tepede gelecek yardım, eteğinde de gelir diyerek süklüm püklüm oturmamaktır. "İlahi yardımın ne zaman?" diye göğün kapılarını sarsmak, açılması için de Ğayûr'u gayrete getirecek bir çaba ve gayret sergilemektir. O yardımın en tepeye çıkmadan gelmeyeceğinin ALLAH'ın sünneti olduğunu bilmektir.

Sevr'in tepesine çıktıktan, yani 'bittim noktası'na vardıktan sonra, artık telaş etmemektir. "Lâ havle ve la kuvvete illa billah"ın sırrına ermektir. Telaş eden olursa, "Üçüncüsü ALLAH olan iki kişiye kim ne yapabilir ki?" diyerek, dünyaya meydan okumaktır.

Hicret sadece düşmanla sınanmak değil, dostu sınamaktır da. Gözü dönmüş yeminli katillerin saldıracağı yatağa kimin yatacağını sınamaktır. "Bin canımı vermeye hazırım, yeter ki onun ayağına tek diken batmasın" diyenlerin sadakatini sınamaktır. "Canım, anam, babam sana feda olsun ya RasulALLAH!" sözlerini sınamaktır.

Hicret, hepsi de ilahi bir kredi olan akıl, fikir, zeka, tedbir, himmet ve insani gayretin yok sayıldığı içi boş bir tevekkül değildir. İnce bir hesap, detaylı bir plan, üzerinde iyi çalışılmış bir projedir.
Hicret korku ile umut, havf ile reca arasında harekettir. Hicretin Mekke'si korkudur, Medine'si umut. Umudu olmayanın eli kolu dökülür, oturduğu yerde kalakalır. Umudun olduğu yerde hicret, hicretin olduğu yerde umut var demektir.

Hicret, medeniyettir. Bedeviyetten medeniyete yürüyüştür. Medine medeniyetin ana rahmidir. Tohumun kabuğunu çatlatıp filiz vermesidir. Bire bin verecek bir başağa durmasıdır.
Hicret bitimsiz ibadettir. Bir kaçış ve sığınıştır; küfürden imana, şirkten tevhide, Şeytan'dan Rahman'a, günahtan sevaba, benlikten ruha, şehvetten muhabbete, bilinçaltından bilinçüstüne.
Hicret ilahi sıfatlar arasında bir 'seyr-i sülûk'tür; gazaptan rahmete, kahırdan lûtfa, Celâl'den Cemâl'e ve nihayet ALLAH'tan ALLAH'a…

Büyük medeniyetimiz, yeni Medine'ler kurma potansiyeline hâlâ sahip. Büyük ailemizin son kayıp çocuğunu bulup yuvasına döndürünceye kadar hicret sürecektir.

Sözün özü: Hayat hicrettir, mümin müebbet muhacir.

Allah başta cephelerdeki kardeşlerimiz olmak üzere, tüm dünyadaki davet ve cihad menheci üzere Hak davayı ayakta tutmak için mücadele eden kardeşlerimiz için Hicri Yılbaşını (zaferle sonuçlanan) sonun başlangıcı kılsın…

Artık dünyanın neresinde bir çocuk ölürse orası Gazze’dir

Artık dünyanın neresinde bir çocuk ölürse orası Gazze’dir. Bir bebek bir yaşına girerken ağzında emzik değil, kurşun taşıyorsa orası Gazze’dir. Bebeklerin uykulu gözleriyle annelerinin memelerini ararken, kor gibi yanan namluları emmeye başladıkları yerin adı Gazze’dir. Yağmur bir futbol sahasında çocuğun atacağı golleri yutmak için sırada beklerken, çocuğun çelimsiz vücudunu kurşun yağmurları yutuyorsa orası Gazze’dir. Okula gitmek için erkenden kalkmış ve saçlarını ören annesinin parmaklarından sızan merhameti kana kana içen kız çocuğu, henüz evinden çıkmamışken damlarına düşen bir bombayla birlikte duvarların altında kalıyorsa orası Gazze’dir. Çocuk bir varilin arkasına sığınmaya çalışırken, kurşun önce saklanıp, çocuk kafasını uzattığı anda alnından sobeliyorsa orası Gazze’dir. Okulun bahçesinde ip atlayan kız çocuğu tam gökyüzüne yükselmişken, kurşunlar gri kanatlarıyla gelip kızı başka göklere kaçırıyorsa orası Gazze’dir. Artık dünyanın neresinde bir çocuk ölürse orası Gazze’dir. Gazze, çocukların öldüğü yerlerin adıdır bundan böyle. Bir çocuk sıtmayla, tüberkülozla, yüksek ateşle ve daha bilmem hangi hastalıkla ölürse ölsün, öldüğü yer neresi olursa olsun, biz oraya Gazze diyeceğiz. Duvarların çepeçevre sardığı bir ölüm kampına dönüştürülen Gazze’de, çocuklar ölmeye devam ettiği sürece hiçbir masal tamamlanamayacak, hiçbir çocuk şarkısı melodisini bulamayacak, hiçbir oyunun sonu gelmeyecek, hiçbir top zıplamayacak, hiçbir tebeşir tahtaya yazmayacak. Çocukluk dünyasına dair hiçbir renk gerçek yüzüyle insanların gözüne görünmeyecek bundan böyle. Çocuklar eksildikçe, eksilecek herkes ve her şey… Paul Virilio, yaşlı bir Japon dostunun kendisine şöyle söylediğini aktarıyor: “Amerikalılar’ı bağışlayamamamın nedeni Hiroşima’nın yalnızca bir savaş eylemi değil, bir deney olması.” Savaş bir gün anlaşılabilir ve belki de bütün kıyıcılığına rağmen insanlık tarihinin sayfalarından dışarıya çıkamayacak şekilde geride bırakılabilir. Pek çok savaşı kolektif zihnin geniş ve karanlık koridorlarında bıraktık. Bir kenara not edelim; Gazze’de de artık savaş yok! Buna savaş demek bir deney halini görmezden gelmek demektir. Şöyle söylemek de mümkün artık dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan masum ve mazlum halklar üzerine girişilen bir saldırı Gazze’den ilhamla daha acımasız hale dönüşebilir. Gazze gittikçe şiddetin deney alanına dönüşüyor zira…

28 Aralık 2008 Pazar

Gazze kana ağlıyor !

Gazze’de hepimiz katlediliyoruz. Haklarımız, özgürlüklerimiz, insanlığımız kıyıma uğruyor. Gazze’de biz ölüyoruz. Yaşamak adına hak ve özgürlüklerimiz adına buna dur demeliyiz. Bunun için elimizi, bilincimizi sözümüzü Gazze’ye yönlendirmeliyiz.

Gazze kana ağlıyor !

Yüzlerce Filistinli şehit ve yaralı, bir vahşet tablosu olarak
İsrail, Gazze’yi kana buladı.

Oradaki kardeşlerimizden biri feryatla "Hasbünallahü ve ni'mel vekil" diyordu ..Utandım çok utandım...



Artık dünyanın neresinde bir çocuk ölürse orası Gazze’dir.

Artık dünyanın neresinde bir çocuk ölürse orası Gazze’dir. Bir bebek bir yaşına girerken ağzında emzik değil, kurşun taşıyorsa orası Gazze’dir. Bebeklerin uykulu gözleriyle annelerinin memelerini ararken, kor gibi yanan namluları emmeye başladıkları yerin adı Gazze’dir. Yağmur bir futbol sahasında çocuğun atacağı golleri yutmak için sırada beklerken, çocuğun çelimsiz vücudunu kurşun yağmurları yutuyorsa orası Gazze’dir. Okula gitmek için erkenden kalkmış ve saçlarını ören annesinin parmaklarından sızan merhameti kana kana içen kız çocuğu, henüz evinden çıkmamışken damlarına düşen bir bombayla birlikte duvarların altında kalıyorsa orası Gazze’dir. Çocuk bir varilin arkasına sığınmaya çalışırken, kurşun önce saklanıp, çocuk kafasını uzattığı anda alnından sobeliyorsa orası Gazze’dir. Okulun bahçesinde ip atlayan kız çocuğu tam gökyüzüne yükselmişken, kurşunlar gri kanatlarıyla gelip kızı başka göklere kaçırıyorsa orası Gazze’dir. Artık dünyanın neresinde bir çocuk ölürse orası Gazze’dir. Gazze, çocukların öldüğü yerlerin adıdır bundan böyle. Bir çocuk sıtmayla, tüberkülozla, yüksek ateşle ve daha bilmem hangi hastalıkla ölürse ölsün, öldüğü yer neresi olursa olsun, biz oraya Gazze diyeceğiz. Duvarların çepeçevre sardığı bir ölüm kampına dönüştürülen Gazze’de, çocuklar ölmeye devam ettiği sürece hiçbir masal tamamlanamayacak, hiçbir çocuk şarkısı melodisini bulamayacak, hiçbir oyunun sonu gelmeyecek, hiçbir top zıplamayacak, hiçbir tebeşir tahtaya yazmayacak. Çocukluk dünyasına dair hiçbir renk gerçek yüzüyle insanların gözüne görünmeyecek bundan böyle. Çocuklar eksildikçe, eksilecek herkes ve her şey… Paul Virilio, yaşlı bir Japon dostunun kendisine şöyle söylediğini aktarıyor: “Amerikalılar’ı bağışlayamamamın nedeni Hiroşima’nın yalnızca bir savaş eylemi değil, bir deney olması.” Savaş bir gün anlaşılabilir ve belki de bütün kıyıcılığına rağmen insanlık tarihinin sayfalarından dışarıya çıkamayacak şekilde geride bırakılabilir. Pek çok savaşı kolektif zihnin geniş ve karanlık koridorlarında bıraktık. Bir kenara not edelim; Gazze’de de artık savaş yok! Buna savaş demek bir deney halini görmezden gelmek demektir. Şöyle söylemek de mümkün artık dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan masum ve mazlum halklar üzerine girişilen bir saldırı Gazze’den ilhamla daha acımasız hale dönüşebilir. Gazze gittikçe şiddetin deney alanına dönüşüyor zira…

25 Aralık 2008 Perşembe

Ustalara Saygıyla

BAĞLANMAYACAKSIN

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

CAN YUCEL

24 Aralık 2008 Çarşamba

Ustalara Saygıyla

Cemil Meriç

“Tabiati isimlendiren insan, bir yandan bu sekilde tabiata kemend atmis, ama bir yandan da kelimenin boyundurugu altina girmistir.
Garip bir diyalektiktir bu, bir nevi yabancilasma. Once dostu olan kelimelerin, sonradan esiri olur insan. ...
Bugun insanligin bedbaht tarafi bilmedigi, nereden geldigini ogrenmedigi kelimelerden geliyor.
Cehresini gormedigimiz firavunlara tas tasimaktan, ancak kelimenin buyusunu cozdugumuz zaman kurtulabiliriz.”

23 Aralık 2008 Salı

Arif isen bir gül yeter kokmaya,
Cahil isen gir bahçeye yıkmaya.

La edri

22 Aralık 2008 Pazartesi

şiir resim buluşması

Hayat Bayram Olsa

Şu dünyadaki en mutlu kişi
Mutluluk verendir
Şu dünyadaki sevilen kisi
Sevmeyi bilendir
Şu dünyadaki en guçlu kişi
Guçlukten gelendir
Şu dunyadaki en soylu kişi
Insafa gelendir

Butun dunya buna inansa
Bir inansa hayat bayram olsa
Insanlar el ele tutuşsa
Birlik olsa
Uzansak sonsuza

Şu dunyadaki en olgun kişi
Aciya gulendir
Şu dunyadaki en zengin kisi
Gönül fethedendir
Şu dunyadaki en üstün kişi
Insani sevendir
Şu dunyadaki en soylu kisi
Insafa gelendir

19 Aralık 2008 Cuma

Dost Kalemler

SENİ İÇİMDEN TERK EDİYORUM


Binmediğim hiç bir otobüs
Beklemediğim hiç bir durak kalmadı bu şehirde
Gittikçe azalıyor hayat
Neyi erken yaşadıysam
Hep ona geç kalıyorum
Sana göçüyorum her sonbahar
Yolların çıkmıyor aşkıma
Unuttuğun yağmurların adı saklımda
Seni içimden terk ediyorum

Susmaktan yoruldum
Kuşlar ve şarkılar,
bu şehri terk edeli
Efkar demliyorum gözlerimde
yaşlarımı,
yanağıma varmadan öldürüyorum
Tam sancağımdan yaralıyorum kendimi
Alnını yüreğime dayadığın güne bakıp
SENİ İÇİMDEN TERK EDİYORUM

Ne unutacak kadar nefret ettin
Ne hatırlayacak kadar sevdin
Yıkık bir duvar kadar bile
Pişman değilsin biliyorum
Beni hep bulmamak için aradın
Yanıldığımdın
Yangınımdın
Yangındın

Sensizliğe yenilmek
Sana yenilmekten zor olsada
Ardımda bir sürü "belki"ler bırakarak
Seni içimden terk ediyorum

Şimdi
İçimde öldürecek bir anı bile bulamayan
İki yarım kaldık
Tamamlayamadık bizi
Elinden tutamadık yanlızlığımın
Saçlarımıda uzaklarına gömdün

İçimin mavisi senin okyanusundandı
Al! geri veriyorum.
Kilitleri hep yanlış kapılara vurdun
Devrilmiş vagonlara dönerken gözlerim
Sana bensizliği terkediyorum

"Yarime uzanmayan bütün dallar kırık" demiştin
Aşk içinde doğmuşsa nereye kaçabilirdi?

Ne tuaf değil mi?
İçimi acıtanda sendin
Acımı dindirecek olanda.
"Ya öldür beni"dedim
Ya da ğit benden.
İçi bulanık bir sevdanın ucunda
Seni kaybettim.
Aldırmadın aldırmalarıma
Bir gecede yakıp yarini
Şafaklara sattın ihanetini
Küllerime basanlar bile utandı yaptığından
İşte soluk bir ömrün son nefesi
Benden
İçimden
Terkediyorum.

KAHRAMAN TAZEOĞLU

Ustalara Saygıyla

Diyebilseydim

Anladım diyemem ki ! Suçluyum.
Belki ben anlatamadım sana kendimi
Tutuştum, yandım da yokluğunda her gece
Yine gözyaşlarımla söndürdüm kalbimi.Her gün her dakika seni özlerdim
Bitmezdi kederim senin yanında bile
Susardım, gözlerime baktığın zaman
Mermer bir heykelin çaresizliğiyle

Oysa neler düşünürdüm sen yokken
Sana kavuşunca neler söylemek isterdim
Dakikalar bir ışık hızıyla geçerdi
Ayrılık başlayınca ben biterdim.

En kötüsü beni koyup gitmendi
O, öyle bir yalnızlıktı anlatılmaz
Hep yarım kalmış heyecanlar hazlar içinde
Biterdi bir kış, geçerdi bir yaz.

Ve nice yıllar kovalardı birbirini
Gözlerimde gitgide büyürdü mesafeler
Bütün teselliler uzaklarda kalırdı
Bütün çiçekleriyle solardı bahçeler

Ne olurdu saadetlerin en büyüğü
İşte ellerimde al, diyebilseydim
Anlardın ve hiç gitmezdin, değil mi?
Bir gün duyduğum gibi kal diyebilseydim.
Ümit Yaşar Oğuzcan

Dost Kalemler





Şimdi gidiyorsun
Git
Oysa senden tek bir damla istemiştim
Sana kocaman bir deniz sunmak için
Şimdi gidiyorsun
Git

Ne zaman başladı bu hikaye
Anımsamak zor
Gençtim
Hazırda fırtınalarım vardı dört nala sevdalarım
Komazdı öyle üç-beş nöbetleri
Geceler içimi acıtmazdı böyle

Bir insan bu kadar eksilebilir mi

Hatırlarsan sesine uyku kaçmış bir adam vardı
Bu şehrin biryerlerinde
Düşler ormanının gece bekçisi derdin sen ona
Gözlerinde gizledi o seni sen bilmedin
O adam bendim unuttun mu
Bak sevdiğin adam gülmeyi bile unuttu
Seni unutamadı

İşin kolayına kaçmadım
Uğruna ölmedim yani
Uğruna ölünecek sandığım biri için yaşadım hep
Sen bunu da bilmedin
Ben bir bakışına bin anlam yükledim
Sen aşka kestirmeden gittin
Bir hayatın özetini bırakıp avuçlarıma
Şimdi gidiyorsun
Git
Bana karanlığın ne demek olduğunu öğretmeden
Bütün ışıklarımı söndürüyorsun

Bu cehennem cinayetlerini işliyorsun
Sonra bunlara intihar süsü veriyorsun
Yazıklar olsun yazıklar olsun
Susuyorsun susuyorum susayacaklarım bitmiyor
Hani sen sevdiğini
Yarı yolda bırakacak kadar yüreksiz değildin
Düşmemeyi öğretecektin nerdesin nerdesin

Uzun lafın kısası yoktur
Anlatacağım çok şey var
Hoyrat bir rüzgar gibi geldin
Aklımı hayatımı dağıttın
Şimdi gidiyorsun
Git

Daha ayrılığa bile çarpmadan
Aşk bize döndü
Bir yılan gibi soktun koynuma kimsesiz geceleri
Artık ölüm sana dokunamamaktan kötü değil
Ama sana dokunmak da yasak bana
Göz çukurlarımdaki karanlık bunu anlatır
Sen var ya sen
Allah kahretsin

Yani şimdi
Gözleri sana benzeyen bir kızım olmayacak mı
Yani şimdi başkaları mı sevecek seni
Ben saçlarını okşadığım zaman
Ellerin öksüz kalırdı
Şimdi gidiyorsun git


Kahraman Tazeoğlu

14 Aralık 2008 Pazar

Dost Kalemler



KİMSE DÜŞLERİNİN TERKİNE UĞRAMADI

Nedense benim etrafımda, hayatlarının karnına basıp canlarının acıdığından yakınan, anlaşılmaz trajedilere alışmış veya alıştırılmış binlerce insan vardır.
Bir okul kapısında umut arayışı, bir gece mavisinde renk arayışı, bir deniz sahilinde huzur arayışı, bir dostun sesinde özlem arayışı, iki damla gözyaşında çare arayışı, bir annenin kucağında şefkat arayışı, bir sigara dumanında yalnızlık arayışı olan bu insanlara benim de hayatımın da garip bir sempatisi vardır. Onların hayatlarındaki bütün kapıların açma kollarının arkada olduğunu ve bütün kapıların onların yüzlerine kapalı durduğunu düşünürüm. Onları görmezden geldiğim zamanlar, günlerce acı çeker, “Acaba benim yüzümden mi?” diye kendimi suçlarım. Yine de, bir bahar sabahı pembe hayalleriyle, hayatın ortasında dimdik durup, kader çizgilerinde umut gözleyen bu insanlara ne zaman baksam, gözbebeklerinde kendimi görürüm. Bazen düşünürüm; “Yoksa ben de onlardan birimiyim?”


Kalbimin bütün kapılarının çıkmaz sokaklara açıldığı tezatlıkları vardır hayatımın. Zamanı tersinden yaşadığım, kelimeleri tersinden yakaladığım, başım döndüğünde dünyanın tersine döndüğüne inandığım çıkmazları vardır hayatımın. Bu yüzden midir; yoksa bilemediğim başka bir nedeni mi vardır anlayamadım ama yaşadığım sürece, en iyi arkadaşım olduğuna inandığım hayat, ruhumun içinde, henüz kazananı belli olmayan ve harp sahnesini andıran bu kördüğüm olmuş tersliklerimden dolayı, beni memnun edemediğini düşünüp, dayanılmaz sancılar çekmektedir. Her şeye rağmen, benim ve hayatımın dümeni kırılmış bir gemi gibi sürüklenip, bilinmez derinliklerde alabora olmamızı engelleyen kaçamayacağımız bir gerçek vardır. O da ölümün benimle birlikte hayatımı da hep açık duran kapısından istediği an içeri çağırıp ilmek ilmek dokunabileceği gerçeğidir.


Hayat bana, kendisine bir düşün değil; binlerce düşün penceresinden bakıp, gerçeğe hangisinin daha yakın durduğunu keşfetmemi söyledi. Ben ona bir düşün penceresinden baktım, hiçbir gerçek göremedim. O ise aldırmaz tavrıma bakmadan, beni memnun edemediği için ağır sancılar çekti! Çektiği sancıları bana hissettirmemek için baharlarda gül oldu gülümsedi, dallarda yaprak oldu yeşerdi, kırlarda çiçek olup renklendi. Ben onu dalından koparıp soldurdum; o iki damla gözyaşı döktü...
“Ağlıyor musun?” dedim.
“Bunlar sevinç gözyaşları” dedi.
Hayat bana yalan söyledi! Ben ona küstüm, o bana hâlâ küsmedi. Şimdi de, baharla birlikte kapımda bekliyor. Düşünüyorum, alsam mı onu içeri? O zaten hep içimde değil mi? “Şimdi git sonra gel!” desem, o benimle gelip, benimle gidecek değil mi? “Kış örtüsünü çekmeden, kardelenler açmadan gelme!” desem, onlar zaten hayata merhaba demek için açan, onu yeşertmek için örtüsünü çeken değil mi? “Aklımın ve yüreğimin kapılarından girmeden benim olamayacaksın” desem, o zaten aklım ve yüreğimden de içerde değil mi? Ben mi onu yaşıyorum, yoksa hayat mı beni yaşıyor? Ben mi onun içindeyim, yoksa hayat mı benim içimde? O galiba, gözlerim kapalıyken görebileceğim bir suret, kulaklarım kapalıyken duyabileceğim/sevebileceğim bir ses ve her aynaya bakışımda, bana bakan bir yüzdür...


Kimse, düşlerinin terkine uğramadı! Ben de...
Hayatım zaten bir düş…Bir gün düşeceğim toprağa ve gözlerimi sonsuz hayatın kapılarından girmek için kapatacağım. İşte o zaman, hayat denen bu düşten ilk kez uyanmış olacağım!

Nurdal Durmuş

Dost Kalemler



SAİR ZAMANLAR

İçinizi vakitsiz bir hüzün kaplar aniden. Ne olduğunu anlayamaz, bütün gürültülerden kaçıp yalnızlaşmak istersiniz. Kaçtıkça çoğalır sesler, yalnızlaştıkça büyür hüznünüz. Sebebini bilemediğiniz sımsıcak yaşlar damlar kalbinize aniden. Ne çalacak bir kapı, ne yaslanacak bir huzur… Sessizce sıkıntılarınızın içine saklanır, kör karanlıklarda aydınlık ararsınız… Gün aralıklarından uykuya, gece aralıklarından yıldızlara koşarsınız. Zaman girdaplarında avare dolaşan vakitsiz bir ayrılığın, gözlerini size kırptığını görürsünüz. Ne geriye dönüp geçmişinize kavuşabilir, ne geçmişi terk edip geleceğe gidebilirsiniz. Sessizce ağlar, saklanacak bugün ararsınız. Bulamaz kahrolursunuz…

Hüzünlü… Ağlamaklı… Çaresiz... Her şeye meydan okuyan kendimin alışamadığı, ağladığı ilk ayrılıktı. Biliyorum bu son gidişin. Birbirini gören aynaların içinde uzayan sayısız yollar kadar uzun yolun. Dokunsam tutacak kadar yakın, ama hiç dokunamayacağım kadar uzak. Sahi, sen hangi aynadan yansıyan gerçeksin? Hangi gecenin yıldızı, hangi yolun yoldaşısın? Sahi, arkasına bakmadan bırakıp giden senmisin?

Bilmem! Ne gösterir zaman? İnsanlar, ayrılığa da alışmalı. Kader! Üzülme, bazen de ayrılıklardır insanları birbirine kavuşturan. Biliyorum. Bu son gidişin. Artık dönmeyeceksin. Arkandan su dökmek bile işe yaramayacak. Gözlerinin içinden bana doğru akan görüntü karelerinin içerisinde yer almayacağım artık. Nazlı bir kalp olup küsemeyeceğim sana. Ürkek bir kelebek gibi konamayacağım yüreciğine. Ayrılmak alışmaktan da zormuş!

Sabah… Güneşin uyandığı vakitler. Çöpçüler güneşle birlikte geceyi süpürüyor sokaklardan. Uykulu gözleriyle şehre iniyor insan. Apartman kapılarından sayısız kaygılar düşüyor hayata. Caddeler… Sokaklar… Arabalar… Çocuklar… Babalar… Anneler… Bu benim adımlarını zamanın kalbinde koşturanları ilk seyredişim. İlk duyuşum: emeklerini fabrikalarda, konfeksiyon atölyelerinde kendi elleriyle öğüten adamların çaresiz feryatlarını. İlk tanıyışım, akşama kadar biriktirilen umutları, sabaha kadar yutup, yaşama her gün yeni kaygılar düşüren dünyanın dönüşünü.

Akşam… Güneşin uyuduğu vakitler. Güneş camlara çekilen perdelerle yavaşça süzülüyor hayattan. Az sonra gecenin koynuna yaslanacak şehir... Yaşam, gecenin aralıklarından içeriye süzülen ışık huzmelerinin aydınlığında solunacak. Kent, karnına basan her günah adımla biraz daha acı çekecek. Kulağına fısıldanan her günah şarkıyla biraz daha çığlık atacak. Gece, kendi ruhunun dinginliğinde bile huzur bulamayacak. Hayat vurdumduymaz insanların gürültülerinden kendi sesini duyamayacak. Kent, içindekilerle birlikte kör bir bıçağa sırtını dayayıp, acılara arabesk ağıtlar yakarak, sancılarıyla birlikte sabahlara kadar sahte bir tebessümle somurtacak!
&
İçimde saklı duran, saklandığım bu şehirde: yaşamsal davranış biçimlerimden geriye "büyümekten değil, içindeki sesi yitirmekten korkan" bir "ben" kaldım. Rabbim, ben artık seslerin ortasında sessizliği arayanlardanım. Gördüklerimin, yaşadıklarımın sancısını hissedemez oldum. Yalvarıyorum, "ölümü unutmadan ellerimden tut" yoksa düşeceğim
Nurdal Durmuş

13 Aralık 2008 Cumartesi

Bayram öncesi kabir ziyareti


Ne özledim seni bir bilsen
Nasıl tütüyorsun burnumda,
Yutkunamıyorum seni andıkça,
Hatta nefes alamıyorum
Cüzdanımdaki resmine baktıkça
Issız gecelerimde Hayaline kapılıyorum sessizce
Şimdi olsaydı diyorum, Okşasaydı saçlarımı,
Islak gözlerimi silebilseydi,
Bu kadar erken gitmeseydi de torunlarını görebilseydi.
Yaşasaydı da dağ dağ gerilerde olsaydı.
Telefonda duyabilseydim sesini,
Rüzgârlar getirseydi kokusunu,
Bir mektubu bir selamı gelseydi
Yılda bir, hatta on yılda bir görseydim,
O benim buğulu gözlerimden
Ben onun mis kokulu ellerinden öpseydim.
Koklasaydı bağrına basa basa
Saçının her teline Bin buse kondursaydım.
Göğsünde uyusaydım
Bastığı yerlere sürseydim yüzümü
Ama hasret koymasaydı gözümü
Babam deseydim doya doya
Beraber yudumlasaydık çaylarımızı
Beraber yaşasaydık yaşayamadıklarımızı
Sadece rüyamda değil, Yanımda görebilseydim.
Babacığım keşke seninle aynı gün ölebilseydim.
Ardında aslında mutsuz bir nefes bıraktın,
Kulağımda çınlayan bir hoş ses bıraktın.
Beni çok erken yetim bıraktın.
Ah! Bir bilsen seni ne çok özledim.
İnan o çocuk ruhumla Gelirsin diye yıllarca bekledim.
Hiç inanmadım öldüğüne,
Uzansam tutacağım sandım
Günde bin kez uzandım,
Bir kez bile tutamadım.
Gördüğüm her ak saçlı adamı
Sensin sandım zaman zaman
Karşımdasın gibi gördüm kimi an
Ama kayboldun duman duman.
Ah bir bilsen babacığım,
Bu yetimlik ne yaman.
Sen gittin gideli sevmiyorum bayramları,
Yalan değil kıskanıyorum
Babalı olanları...

Bayram öncesi kabir ziyareti



Öğretmen baba olmasa da babanın yarısıdır. Babanın yarısı bilinir.Ben de seni baba bildim ruhun şad olsun öğretmenim



Hakkın hukukunu bilip,
Amacına eren öğretmen.
Yüreğini sofra edip,
Meydanlara seren öğretmen.
Riyakârı düşünmeyip,
Edepliye veren öğretmen.
Bahçeye fideler ekip
Çiçekleri deren öğretmen.
Hep iyiliklere çekip,
Kötülüğü gören öğretmen.


Yeşil başlı gövel ördek
Uçar gider göle karşı
Eğricesin tel tel etmiş
Döker gider, yâre karşı

Telli turnam sökün gelir
İnci mercan yükün gelir
Elvan elvan kokun gelir
Yâr oturmuş yele karşı

Şahinim var bazlarım var
Tel alışkın sazlarım var
Yâre gizli sözlerim var
Diyemiyom ele karşı

Hanı Karac'oğlan hanı
Veren alır tatlı canı
Yakışmazsa öldür beni
Yeşil bağla ala karşı

Bayramınız Bayram Ola



Ağaçlara dizlerimi çizmek pahasına çıkmaktan, dalların ucundaki kırmızı elmalara uzanırken ki heyecanımdan vazgeçeceksem;

Yağmurun yağmasına, 'çiçekleri büyütüyor' diye sevinmek yerine 'beni ıslattı' diye kızacaksam;

Kar tanelerinin usul usul yüzüme değmesiyle neşelenmeyecek, yerde birikmesine sabırsızlanmayacaksam, avuç avuç soğuktan moraran ellerime aldığımda gülümseyerek seyretmeyeceksem;

Gökyüzünde ne çok yıldız olduğuna hayranlıkla bakmaktan vazgeçeceksem,
her gün Güneş'in doğuşu ve batışı beni heyecanlandırmayacaksa, bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi beni şaşırtmayacaksa, balıkların nasıl olup da nefes almadan yüzebildikleriyle ilgilenmeyeceksem;

Toprağı karıştırmaktan, kuşları okşamaktan, kumdan kaleler yapmaktan, ellerim 'kirlenir' diye vazgeçeceksem;

Resim yaparken; dağların ardından gülümseyerek doğan Güneş, bahçesinde çiçekler dolu, kapısından da ırmak geçen bir evi bütün renkleri kullanarak çizmek yerine, sadece karakalem çalışacaksam;

Düşler kurmayı bırakacaksam en olmazından, bulutların beni
Taşıyabileceğine en uzak diyarlara, Ay'ın sırf küçükler karanlıktan korkmasın diye
doğduğuna, bir gün çok zengin olup büyükler dahil bütün insanlara bayramlık
elbise giydireceğime olan inancımı kaybedeceksem;

Anneciğime, kaldırım taşlarının kenarlarından fışkırmışını ancak bulabilsem de, çiçek toplamayı unutacaksam;

Babacığıma gözlerini kapamasını söyleyip buruşuk da olsa kocaman kalpler çizdiğim kâğıtları büyük bir sürpriz heyecanıyla vermeyeceksem;

Ninemin elini öpüp kuru bir hatır sormayı, onunla diz dize oturup saatlerce konuşmaya değişeceksem;

Bayramları haftalar öncesinden içim içime sığmayarak beklemektense, bazı formaliteleri içeren, hattâ tatile gidip 'kafa dinlemek'(!) için bir fırsat olan sıradan günler gibi karşılayacaksam;

Sokakta bulduğum acıkmış yavru kediyi doyurmak için koşarak bakkala gidip tereddütsüz cebimdeki tüm parayla süt alamayacaksam ve o kedinin doyuşunu en az annesi kadar zevkle seyretmeyeceksem;

Mızıkçılığı dünyanın en kötü işi kabul etmeyeceksem;
Kandırıkçılığa çıkarlarım için başvurabileceksem;

Her gün yeni bir şeyler öğrenmekten vazgeçeceksem; 'ben her şeyi bilirim' deyip, nutuk atacak birilerini bulunca saatlerce hiç durmadan ve sıkılmalarını umursamadan konuşup onları aydınlatacaksam (!);

Küskünlüklerim birkaç dakikadan fazla sürecekse; korkular surlar örecekse etrafıma;

Uzanamayacaksam başkalarının dünyalarına, dinlemeyi bilmeyeceksem duymak istediklerimden ötesini, görmeyeceksem görmek istemediklerimi;

Sabrım olmayacaksa haklı da olsam gerektiğinde susabilmeye; tahammülüm olmayacaksa başka renklere;

RABBİME her gece hiç bıkıp usanmadan beni, ailemi ve bütün insanları yılandan, akrepten, canavarlardan, bir de karanlıktan koruması için dua etmeyeceksem;

Cennetlerin güzellikleri anlatıldığında 'haydi öyleyse, biz de oraya gidelim' deme cesaretini bulamayacaksam;

Ve yüreğim sadece bana iyilik edenleri içine alabilecek kadar küçülecekse, büyümek istemiyorum, çocuk kalmak istiyorum!...

Hem de yaşım ne olursa olsun, hep çocuk kalmak istiyorum!...

12 Aralık 2008 Cuma

Dost Dost diye nicesine sarıldım




Dostluk Zor zamanlarda kucaklaşmak,
Ekmeğini paylaşmak,
Ayni yıldıza bakarken bir kaç damla gözyaşı akıtmak,
Ve ayrılırken buğulu gözlerle bakışabilmektir dostluk…”

Bir dostunuz olsun!
Gecenin yarısında "Acaba ..!" demeden
arayabileceğiniz, Arayıp "Derdim var..." dediğinizde, derde derman
sesiyle ruhunuza hayat üfleyen nefesini
hissedebileceğiniz, Arayıp "Seni Allah için seviyorum" diyebileceğiniz,

Kapısını çalıp "Haydi gidelim!" dediğinizde merdâne
ve hasbî, "Nereye?" diye sormayacak kadar sizden
olduğunu bildiğiniz,

Eşinizi yani şerefinizi ve namusunuzu, çocuklarınızı
yani istikbalinizi gözünüz arkada kalmadan kendisine
emanet edebileceğiniz,

Kalbinizi, hissinizi, ruh dünyanızın engin
ufuklarını merhametkâr maviliğiyle kuşatmasına "Evet"
diyebileceğiniz,

Düşüp sürçtüğünüzde sizi siyanet kanatlarıyla himaye
eden ve size uzattığı eline elinizi tereddütsüz
verebileceğiniz,

Ihtiyaç duyduğunuz yer ve zamanda "Kimim var ki..?"
demeden "Ben varım!" nidâsıyla sizi kendisi gibi
hissedebilecek,

Dostum, sevdiğim" dediğinizde aklınızdan şüphe ve
tereddüte dâir kırıntıların dahi geçmeyeceği, samimi,
candan Ve... Sizde siz olmuş, sizin onda o olduğunuz . . .

Bir dostunuz olsun.

Dost Dost diye nicesine sarıldım



“Kırma dostun kalbini,

Onaracak ustası yok.

Soldurma gönül çiçeğini,

Sulamaya ibrik yok.”

9 Aralık 2008 Salı

Bayramınız Bayram Ola

Ne mutlu size ki, Müslümansınız. Ne mutlu size ki, küskünlüğü bırakıp, herkesi sevmeye, herkese gülümsemeye, kişini hatasını aramaktan çok, onun kusurunu kapatmaya çalışıyorsunuz.
Ne mutlu size ki bayram yapıyorsunuz.
Bayramınız bayram ola…
Bayramınız mübarek ola…

Bayramınız Bayram Ola

Kurban ve İbrahim'i anlamak
Öyle bir adamdı ki, ateş onu ve kalbinin yüceliğini tanımış, yakmamıştı. Öyle bir adamdı ki, babasının yolunu ona saygıda kusur etmeden terk etmeyi bilmişti.
Öyle bir adamdı ki, ne güneşe ve yıldızlara kanmıştı ne de zalimin zulmüne boyun eğmişti.
Yeryüzündeki elçilerin "baba"sıydı.
Öyle yazıldı, öyle söylendi hikâyesi...
Bugün onu, yani Hz. İbrahim' i hatırlatacağım size...

Neden?
Kısaca anlatayım.
Yıllar önce Yeni Yüzyıl'da yazmaya başladığımdan bu yana Kurban bayramlarında farklı yazılar kaleme aldım.
Kurban geleneğini güncel bir bakışla ele almaya karşı çıktım.
"Bu uygulama çağdışı bir şey" diyenlerle "bu uygulama özünde sosyal yardımlaşma-dayanışmadır" diyenlerin kısır tartışmasına girmek yerine insanlığın binlerce yıllık serüvenine eğilmeyi tercih ettim.
İlk yazılarımda bu geleneğin bütün toplumlar için geçerli antropolojik özelliklerinden söz ettim.
Sonraki yıllarda ilahi dinlerin öyküsünü ele aldım.
Mesele inanıp inanmama meselesi değildi.
Mesele binlerce yıllık anlatıların boş yere ortaya çıkmayacağını bilmekteydi!
Her şeyden önce...
Kurban edimi üzerine bütün öyküler bugün giderek unuttuğumuz kurban adabı nın aslında kurban âdeti nden çok daha önemli olduğunu bize gösteriyordu.

Şimdi sıra Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban etmeye kalkışmasının ardındaki hikmeti anlamaya geldi.
İlahiyatçı değilim. Şükür, onların yapabileceği bir işe kalkışacak kadar kendimi kaybetmedim.
Hayır! Sıradan bir okur yazarın zihni ve görmüş geçirmiş bir kalbiyle yaklaşacağım Kur'an'daki anlatıya.
Yer dar! Biraz hızlı gideceğim elbette.
Ve Ali Şeriati'nin analizini yedeğime alarak çıkacağım bu yola!
Ne istendi Hz. İbrahim'den?
Oğlunu kurban etmesi, "boğazlama"sı istendi.
Hak yolunda kendi canını defalarca feda etmişti oysa Hz. İbrahim...
Hiç duraksamadan, gözünü kırpmadan hem de...
O halde İsmail'den vazgeçmesi ne anlama gelirdi?
Ondan " sevdiklerinden " vazgeçmesi isteniyordu.
Çünkü insanı yeryüzüne bağlayan canından çok sevdikleriydi.
İbrahim müthiş bir yol ayrımındaydı.
Yıllar boyu dualarla, dileklerle oğlunun yolunu beklemişti. Ona çok düşkündü!

Tam bu noktada Dr. Şeriati "İsmail'i kurban et" emrinde düz anlama değil derin anlama bakar ki, haklıdır. ("Nefsini öldür"deki öldürmek gibi...)
Sonra İsmail'i de bir özel addan çok bir sıfat olarak görmek gerektiğini söyler.
Bence haklıdır Şeriati, çünkü kurban olayının " öz "ü tam da bu noktadadır.
Dönelim öyküye...
Her zaman Allah ne derse onu yapan Hz. İbrahim şimdi ne yapacaktır?
Bu buyruk karşısında teslimiyetin gücü babalık hazlarından daha mı hafif kalacaktır?
İblis girer araya.
Hz. İbrahim, zorlanır, düşer, kalkar...
Sonunda vakit gelir. Allah'ın emrine uymaya karar verir.
Ah, İsmail! Babasının çektiği sıkıntı nasıl da üzer onu! Boynunu uzatıverir.
Fakat bıçak!..
Orada çırılçıplak...
Orada apaçık biçimde kesmez bıçak.
İbrahim kızar, yere çalar bıçağı!
Ve birden bir koyun belirir.
Müjde ve mesaj gelir.
"Ey İbrahim sen emri yerine getirdin. Allah kurban edesin diye bu koyunu gönderdi."

O gün de...
Bugün de...
Fakat belki de en çok bugün...
Ne anlama geliyor kurban?
Bunu anlamak için iki soruya cevap vermek gerek.
Bir... Hz. İbrahim olabiliyor musun? Yoksa kuru bir örf adet takipçisi misin?
İki... Senin İsmail'in ne?
Ali Şeriati şöyle açıyor bunu: "Başkasının bilmesine gerek yok, sen ve Allah bilsin yeter! Senin İsmail'in karın, kocan, mesleğin, şöhretin, servetin, gücün, makamındır belki..."
Yoksa Şeriati'nin dediği gibi...
"Yalnızca kesmiş olmak için koyun kesmek kasaplıktır!"
(Meraklısı için önemli not: İranlı düşünür ve sosyolog Ali Şeriati'nin söz konusu analizi Hacc adlı çalışmasında yer alır.)
Haşmet Babaoğlu

4 Aralık 2008 Perşembe

Ustalara Saygıyla

SENİ BENİM KADAR SEVEMEYENLER


seni benim kadar sevecek olan
başını taşlarda çürütmelidir
yarasına dikenleri sarmalı
kalbinde dağları yürütmelidir

gözleri her sabah başka bir çeşme
her akşam krater, her gece duman
gökleri günboyu alevlenirken
boynunda bir kement olmalı zaman

yollar düğüm düğüm boğmalı onu
ızdırap sızmalı baktığı yerden
kaplan tutuşmalı, kurt inlemeli
saçından bir teli yaktığı yerden

sana benim kadar tutulmak demek
vurulmak demektir kartallar gibi
tâcını, tahtını kaybetse bile
gülümseyebilmek krallar gibi

seni benim kadar sevecek olan
ruhunu kapından kovabilir mi
seni benim kadar sevemeyenler
seni benden fazla sevebilir mi



Nurullah Genç

Ustalara Saygıyla

SESSİZ MÜZİK


Sen kış güneşi misin
Yakarsın ısıtmazsın

Bir ırmağın ortası yoksa
Seni mi hatırlayacağım

Bu dünyada olup bitenlerin
Olup bitmemiş olması için
Ne yapıyorsun

Sizin evin duvarları taştan
Dumanı da mı taştan

Seni kız arkadaşlarından
Sevinç gözyaşları içinde
Öpen olmayacak mı

Ezberlediğin şiir
Beklediğin adam

Sezai Karakoç

Dost Kalemler



Şair yürekli kardeşime selam olsun


GÜL İLE BÜLBÜL



Sorduk ki bülbüle nedir gül

Dedi ,yangından arta kalan bir kül

Firkati yaktı bağrımda zül

Yanar gülün narında bülbül



Toprak olmalıdır,dedi bülbül

Bitirmek için binbir tane gül

Yanarken bu dert ile gönül

Dile düşüp bir ağıt olmuş bülbül



Kibriyay-ı nazar ile bakar gül

Dikenlerle derilirken bülbül

Sinede hicran dikeniyken gül

Güle ,gülistan olmak ister bülbül



Vurgun yedi derinden bülbül

Ah! dedi kor oldu bir daha gönül

Her baharda aşk-ı figan ile üzül

Dediler ,bülbülün derdine derman gül



CANAN KARADEMİR