
Yıllar önceydi. Sanırım mevsim ikinci karları yağıyordu. Babam dükkandan yeni gelmiş, yemeğini yemiş, gazetesini okumuş sedirde kestirmek üzereyken, meyveler belirdi annemin elinde. Tabiiki portakal ve mandalina.. Kabukları bile ziyan olmazdı, birazcık kurutulurdu kuzine üzerinde ve kokusu odaya yayılırdı bir tütsü gibi. Hâlâ bu koku burnumda tüter durur. Babam, itinalı bir şekilde soyardı portakalı. Sonrada dilimlerine ayırır; bir bana, birer tane kardeşlerime ve bir de kendisine ikram ederek, sevinçle, güle oynaya konuşa koklaya yerdik bu nimeti. Rabbimizin nimeti ne yaz ne kış eksilmiyordu sofralardan. Nimeti Gönderene şükürler ederdik. Kimi zaman usulca, kimi zaman seslice…
Camdan dışarısını seyretmek ne çok önemliydi benim için. Özellikle Ramazandaki davulcunun ve bir de bozacının sesini merak ederdim en çok. Karanlığı delen seslerdi bunlar ve uzaklardan, karanlığın içinden gelen dostça seslenişlerdi. Üşür müydü bu adamlar, ne satar, ne kazanırlardı? Ayakkabıları sağlam mıydı? Bu soğukta bu karda kışta kıyamette sırtlarında bir paltoları var mıydı acaba? Bunları o zaman düşünür müydüm böyle inceden inceye, yoksa öylesine gelip geçermiydi birbir ardı sıra düşünceler... Ama camdan onlara el sallamak arzum kesindi. O karanlıkların içinden önce bir seda, sonra bir karaltı gölge gibi gelip geçen insanlara..
Yazar : Selim Gündüzalp
29.05.2009 tarihinde
http://www.zaferdergisi.com/print/?makale=1293
adresinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder