27 Temmuz 2007 Cuma

DOST KALEMLER




HAYATIN KIYISINDA KALANLAR
Her birimiz bir sevdayla düştük yollara. Vardık; yüreğimizin getirdiği yere, hayaller şehri İstanbul’a. Gelişimizin bir gayesi vardı; o’da ortaktı. Her birimizin yüreğinde rahat, huzurlu ve yaşanabilir bir hayat bulmak vardı. Peki neydi İstanbul’a bizi çeken, yerimizden eden, ocağımızdan koparıp sürükleyen tılsım. Taşının toprağının altın yaldızlığımı, yoksa ülkeleri kıskandıran gizemli güzelliğimiydi. Ne yana dönsek İstanbul hep düşlerimizi süsledi bizim. Onunla ilgili hayaller kurarak büyüdü küçücük bedenlerimizde kocaman yüreklerimiz. Ona duyduğumuz özlemle uçurduk sevda güvercinlerimizi kaf dağının ardına. O bir tarihdi, hikayelerini ninni diye dinlediğimiz. O bir aşk masalıydı hülyalarına giren kızlarımızın. O, bambaşka bir dünyaydı bizim için. Nedense gelişimiz hiç de umduğumuz gibi olmamıştı. Halbuki nice umutlar getirmiştik nasır tutmuş avuçlarımızda. Kimimiz kavuştu hayallerine erdi muradına, kimimiz öksüz ve yetim kaldı yaban elde. Kimimiz ise hayatın kıyısında yaşama tutunabilmenin mücadelesini verip durdu. Bu uğraşta ya şehir bizi yuttu, yada biz kaybolduk karanlık sokaklarında şehrin. Ne umduk ne bulduk gurbet ellerinde. Acaba kazandıklarımız mı? yoksa kaybettiklerimiz mi? ağır bastı terazinin kefesinde, muhasebesini yapmaya bile cesaret bulamadı yüreklerimiz. Yörelerinden yoksulluk içerisinde gelen vasıfsız ve sermayesiz insanlar, kentin kenar bölgelerine kurulu verdiler bir gece. Ve gözlerini güneşle açıp gün batımında kapadılar aç ve susuz. İşte böyle başladı onların hayat hikayeleri...
Umutlar besleyerek gelmişlerdi İstanbul’a. Hayatında dert ortağı eşi, küçücük oğulları, birde tükenmeyen azıkları olan; ümitleri vardı heybelerinde. Ümraniye’nin Kazımkarabekir mahallesinde yaşam mücadelesi veriyordu Fatma teyze. Onu bir gün sabahın erken vaktinde çöplerin yanında bir şeyler aranırken buldum. Yaşlı bedenini incecik şallarla kapatırken, nur yüzüne utanç perdeleri çekmişti. O gün akşama kadar hep onu düşünmekle geçmişti vaktim. Kimdi, neydi, ne derdi vardı. Sabahın o soğuk vaktinde insanların artık ihtiyaç duymadığı atıkların arasında kim bilir ne arıyordu. Bu düşünceler beynimi kemirdi durdu. Keşke durup sorsaydım halini, nasılda utanıp sıkılmıştı beni görünce. Aradan birkaç gün geçmişti ki kader bu ya; yaradan yüreğimdeki fırtınayı dindirmek için karşıma çıkardı onu. Mahalle muhtarından duymuş, belediyeden sosyal yardım yapıldığını. Onu görünce heyecanlandım ve sevinçle karşıladım. Halini ahvalini sordum. Aslında çok şey istemiyordu. Sadece pişirilecek bir şeyler bulduğu zaman kullanabildiği küçücük tüpünün dolum bedelini istiyordu. Oysa o kadar çok şeye ihtiyacı vardı ki, ama o hep şükür diyordu. Bir gün, kayda aldığım adresini aradım. Bana küçücük bir kümesi andıran viraneyi ev diye gösterdiler. Şaşkınlık içinde kapıyı şöyle bir iki tıklattım. İçeriden yaşlı, yorgun ve titrek bir ses; kimdir o diye seslendi. Kendisine bir yardım sever olduğumu söyledim. Beni sevgi dolu gözlerle karşıladı. Ev alabildiğine aydınlıktı çünkü; her taraf açıktı. Dışarının bütün soğuna rağmen sobada kocasından geriye kalan son yorganın kalıntıları yanıyordu. Gözyaşları içinde ısınan eller, Fatma teyzeyi derinden yaralıyordu. Çünkü; her gün bir bir yakmıştı hatıraları, ısınmak adına. Oda bomboştu, zeminde oturmaya bir tabure bile yoktu. Sağına, soluna baktı ve sonra gözlerini yere dikerek yanakları kızardı. Belli ki Fatma teyze çok mahcuptu. Çünkü beni buyur edebileceği hiçbir şeyi yoktu. Halini sordum; şükürler olsun, karnımı doyuracak ekmek bulabiliyorum dedi. Oğlunu sordum; askerden mektup var mı diye, yaşlı gözlerle baktı bana, keşke oğluma istediklerini gönderebileceğim gücüm olsa diye başladı ağlamaya. Acaba neydi onun ana yüreğini böyle sızlatan. Islanmış mektubu uzattı bana “Burada her kesin takım eşofmanı var anne, benimse rahmetli babamdan kalan çizgili pijamalarım” diye başlıyordu satırlar. Gerisini okumaya yüreğim dayanmadı. Koştum dışarı çarşıdan yeni eşofman takımı ve bir askerin ihtiyaç duyabileceği malzemeleri paketleyip getirdim Fatma teyzeye. Artık ne açlığı kalmıştı, ne de gözlerinde ki hayata kırgın bakışları. Yaşlı bedeni adeta mutluluktan uçuyordu. Birden ama diye hayıflandı kurumuş dudakları, ben bunları nasıl ulaştırırım oğluma, ne okuryazarlığım var, ne de gönderebileceğim param. Sen üzülme Fatma teyze ben hallederim diye teselli ettim. Ertesi gün göndermiştim askere ihtiyaçlarını. Fatma teyzeye de biraz erzak ve bir miktar para toplayıp götürmüştüm. Duası her şeye değerdi. Kısa bir zaman daha gidip geldim. Derken bir gün ansızın kapısına vardım yine bir gece. İçeride ne ses vardı ne de bir ışık. Komşular duydu sesimi varıp yanıma kimi aradığımı sordular. Asker Ali’nin annesi Fatma teyzeyi diye söyledim. Boynunu büktü, sustu, sonra titrek ve ağlamaklı bir sesle “Zayıf bedeni soğuk havaya ve yalnızlığa daha fazla dayanamayarak yenik düştü hayata. Ve artık onu kaybettik” dedi ağlamaklı bir ses..
Sevgili dostlar, hayatın kıyısında kalan nice ömürlerin günbe gün eriyerek yok olduğunu bilmem biliyor musunuz? Oysa başınızı kaldırıp çevremize baktığınızda size bir nefes kadar yakın insan varlıklarının olduğunu göreceksiniz. Gelin uzatalım ellerimizi, umut çiçekleri ölmesin.
Salih Nurettin ÇEVİK

Hiç yorum yok: